Bağlanma Teorisi Perspektifinde Siyaset Analizi

İnsan, dünya üzerindeki yaşamını sürdürdüğü müddetçe,
etrafında varolan bir güvenlik çemberinin içinde emniyetle yaşamak ister. Oysa
bu güvenlik çemberi, dış dünyanın saldırılarına karşı her daim açık hedef
halindedir. Öyle ya, kızını tehlikelerden korumak için denizlerin ortasına
kaleler/kuleler yaptıran kralların durumundan bu ihtiyacın tarih boyunca
nerelere vardığını görebiliriz. Bu tehdit algısı sonucunda oluşan agresyon
(saldırganlık) dürtüsü, bu güvenlik çemberinin sınırlarının alt-üst olması
ihtimali sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Davranış bilimlerinin en önemli
teorisyenlerinden olan Bowlyby, saldırganlığın kökenini “güvensiz bağlanma” kavramı ile açıklar.

 Psikolojinin
en bilindik teorilerinden biri olan Bağlanma Kuramı’na göre; yaşamın erken
dönemlerinde belirlenen ve süreklilik gösterdiği düşünülen bağlanma biçimi,
kişinin diğer insanlarla ilişki kurma örüntüsünü şekillendiren en önemli
fenomendir. Kişinin başka bir

kişi ile yakın bir ilişki kurup kuramadığı ve bu
ilişkinin destekleyici ve koruyucu özellikler  taşıyıp taşımadığı, hayatının her döneminde ve
yakın ilişkilerde gözlemlenebilir. Bebekler yaşamlarının ilk günlerinden
itibaren anne ile yakın duygusal bir ilişki kurarlar. Her ihtiyaç duyduğunda bu
şefkat nesnesinin bebeğin yanında olmasıyla, bir rahatlama ve doyum yaşayan
bebeğin emniyet ihtiyacı da giderilmiş olur. Bebeğin şefkat, sevgi ve emniyet
ihtiyacını karşılayan kişiye bağlanması; onun hayat boyu sürecek emniyet
arayışının ilk ürünüdür. Yetişkin hayatımızdaki ruhsal olgunluğun ve bütünlüğün
de temeli olan bu “bağlanma” ihtiyacının tezahürlerini; bazen sığınacak
korunaklı bir liman arayışında, bazen başımızı yasladığımız  bir omuzda, bazen bize güç veren bir sözde,
kimi zaman da gücünü doğrudan hissettiren bir lidere olan bağlılığımızda
görebiliyoruz.

Güvensiz bağlanma, dış dünyanın tehlikelerinden
korunmak isteyen ancak bu güvenliği elde edemediği için sevgi nesnesine(anne/baba/bakıcı
vs)  tereddütlü bir biçimde bağlanan
çocuğun durumudur. Sevgi ve şefkatin kaynağı olan kişinin, ihtiyaç duyulduğu
anlarda orada olmaması bir endişe, kayıp ve yas tutumunu da beraberinde
getirebilir. Ayrılık, (ağlama gibi eylemlerle) protesto edilecektir ve bu
durumun uzaması da güvensizliğin yansıması olacaktır. İşte ruhsal gelişimin
kilometre taşı budur: İhtiyaç duyulduğunda ihtiyaç duyulan nesnenin
ulaşılabilir durumda olması ve ihtiyacın giderilmesi ile kazanılan emniyet
duygusu. Dış dünyanın ürkütücülüğüne ve tekinsizliğine karşı, bağlanma
nesnesi(anne/baba/bakıcı vs) asayişin berkemal olduğuna dair sinyallerini her
daim hazır tutmalıdır. 

Çocukta kişiliğin gelişimini kritik bir şekilde
etkileyen bağlanma yaşantısı, hem kültürün bir ürünü hem de o kültürün bireyde
nasıl vücut bulacağının öncülüdür. Yani bağlanma yaşantısı ile hem bir bağlanma
kültürü oluşur hem de düzen, otorite, güvenlik ve kontrol fikirlerinin günlük
yaşantımıza ne şekilde kodlayacağımız da belirlenmiş olur. Bütün bu teorik
açıklamaların sonunda gelmek istediğim asıl mesele ise; bu kodlamalar
yapılırken, çocuğun günlük hayatında aşırı koruma ve ilgiye maruz kalması,
bağlanma yaşantısın ne kadar kudretli olduğuna değil de ebeveynlerin çocuğu
kendilerine ne denli bağımlı hale getirebileceklerinin bir işaretidir. Aşırı ilgi
ve alakayla karşılanan emniyet ihtiyacı ve her daim her koşulda sürdürülen
aşırı koruyucu/müdahale edici tutum, 
çocuğun bağlanma nesnesine “bağımlı” hale gelmesine neden olur.

Çocuklukta kişilik gelişimini açıklamak için
geliştirilmiş olan Bağlanma Teorisinin, Türkiye’deki günlük siyaseti anlamak
açısından da doğru bir metafor olacağını düşünüyorum. Liderlere bağlanmaya olan
ihtiyaç, çocukluk döneminde vuku bulan güvenli-güvensiz bağlanma ihtiyacının
farklı bir tezahürüdür. Türk siyasi hayatında sahne almış olan kişileri
düşündüğümüzde “ata-baba-bacı-ana” gibi rollere soyunan liderlerin varlığı da
savımı destekler nitelikte olsa gerek. Bir adım daha ileri gidip söz konusu
kimliklerin -siyaset sahnesinden kolay kolay çekilmemelerini de kanıt
göstererek- ebeveynlik vazifesini sonuna kadar sürdürmek konusunda ne kadar
kararlı olduklarını öne sürebiliriz. 
Şapkasını alıp altı kez giden ancak yedi kez de geri gelmekle övünen bir
politikacıyı, başka hangi ülkenin siyaset tarihi yazar acaba?

Tanzimattan beridir kendisiyle kavgalı olan ve
duygusal gelişimi sekteye uğratılmış bir toplum da, doğal olarak bu kişilerle
olan münasebetlerinde çocuk rolünü kolaylıkla benimsiyor. “Baba bizi kurtar” ya
da “Sen bizim bacımızsın sen ne dersen o olur” çığlıklarını hatırlayınız.
Burada halkın “bağlanma” davranışının kudretini yabana atmamak gerek elbette.
Siyasiler oturdukları koltuklara yapışıyor, halk da onlara. Önceki yüzyıllarda
insanların bağlanma ihtiyaçlarını karşılayan saltanat,  makyaj yapıp yüzünü yenilemiş bir şekilde
hüküm sürmeye devam ediyor.

Gerçekten de güçlü bir otorite figürü insanlara
emniyet ve güven duygusu verir. Son birkaç yüzyılını sürekli travmalarla
geçirmiş bir millet için, güven duygusunu “aynılık” kavramından devşirmek
istemek çok da yadırganmamalı belki de. Siyasi arenada aşina yüzlerin varlığı,
emniyet duygumuzun devamlılığını sağlar ve herşeye rağmen işlerin yolunda
olduğunu hissettirir bize. Atamız, babamız, anamız, bacımız hala yerlerindeyse,
çok şükür bizler de sağ ve salimizdir. Ancak modern dünyanın rasyonel zemininde
bu durumun bizi bir hayli komik duruma düşürdüğünü de kabul etmek
durumundayız.  Artık toplumun bağlanma
ihtiyacı ve aşırı desteğini köle-efendi ilişkisi şeklinde yürütmek isteyen,
bunu mutlak aidiyete dönüştürmeye çalışan politikacıların devri
kapandı/kapanmalı. Seçim meydanlarında “kurtarıcı paketler” açıklamak işi de bu
söylediklerimle gayet uyumlu.

Son on yıldır Türkiye siyaset
arenası ciddi bir dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşüm kimi noktalarda Türkiye’nin iç
kondisyonuyla alakalı kimi noktalarda da küresel konjonktürün bir sonucu olarak
ortaya çıkıyor. Artık basit gerekçelerle kitlesel manipülasyonlar yapmak eskisi
kadar kolay olmayacak. Kendi gücünü fark eden bireyler ve bunun bir sonucu
olarak yeni kitleler oluşuyor. Bağlanmak yada bağımlı olmanın gerekçeleri
gittikçe zayıflıyor. Bilgiye ulaşmanın basitleşmesi bu dönüşümü daha
hızlandıracak. Bu dönüşümün siyaset arenasında en temel sonucu Türkiye’nin
tepeden inme demokratik geleneğinde ki yapısal sorunların ortadan
kaldırılmasına yönelik olacak. İktidar bir grubun elinde kitlesel kılıf altında
belirleyen olmaktan öte müdahaleci ve kitlenin kendi öz dinamiklerinden
beslenecek. Yani sözün özü bağlanma handikabıyla boğuşan çocuğun olgunlaşması
için sosyo-politik dönüşümün zemini gittikçe oluşuyor yada sağlamlaşıyor. Tıpkı
kendi potansiyelini kullanmakta özgür ve maharetli olan sağlıklı bir yetişkin
gibi…

Leave a Reply