ABD’li Psikolog-Yazar Muhyiddin Şekûr İle Söyleşi

Tasavvuf yolculuğunu anlattığı Su Üstüne Yazı Yazmak kitabı Türkiye'de büyük ilgi gören ABD'li Psikolog-Yazar Muhyiddin Şekûr, ikinci kitabı Gölgeler Koridoru'yla bıraktığı yerden devam ediyor. Şekûr, hakikatin nasıl savunulacağına dair ipuçlarını paylaştığı ikinci kitabında siyahi bir işçinin sadece derisinin rengi nedeniyle hakettiğinin yarısı kadar maaş alması karşısında verdiği verdiği mücadelenin cihad olduğunu aktarıyor. 

Yeni Şafak Gazetesi Pazar Eki'nde RECEP YETER, Tasavvuf yolculuğunu anlattığı Su Üstüne Yazı Yazmak kitabı Türkiye'de büyük ilgi gören ABD'li Psikolog-Yazar Muhyiddin Şekûr, ikinci kitabı Gölgeler Koridoru'nda söyleşi yolculuğuna çıktı... Söz konusu söyleşide yer alan ayrıntılar şöyle:


RECEP YETER - REPORTE
Muhyiddin
Şekûr'u Su Üstüne Yazı Yazmak kitabıyla tanıdı Türkiye. Ben de öyle.
Şekûr'un yeni kitabını gazetede bir arkadaşımın masasında görünce hem
kitap hem Şekûr bir kez daha ilgimi çekti. Fırsat olsa da muhabbet
edebilsek diye düşünürken bir vesile ile röportaj imkanı oluştu.
Bugünlerde Fatih Üniversitesi'nde misafir hoca olarak ders veren Şekûr
ile Cağaloğlu'nda yeni kitabı Gölgeler Koridoru'nun çıktığı Timaş
Yayınları'nda buluştuk. Röportaj sırasında aramıza dil duvarı girse de
psikiyatrist olan bir Türk hanımefendi asistanının da yardımıyla
muhabbet için başka kapılar aralandı ve yaklaşık iki saate yakın
konuştuk. Öncelikle şunu söylemeliyimki gazetecilik hayatım boyunca
yüzlerce röportaj yazdım söyleşi yaptım. İlk kez, sorduğum sorulara
cevap verirken cevabın kıvamını bulmasını bekleyen bir insanla
karşılaştım. Hemen her sorumu uzun uzun düşündükten sonra cevapladı.
Siyahi derisine çok yakışan bembeyaz sakallarını tamamlayan ve içinde
bir kaç kilometre yol alınabilir hissi veren bakışlarını uzaklara
dikerek cevapları aradı, bulduklarını paylaştı. Ben de sizinle...

YOLCULUK KİTABI

Türkiye'de tasavvufla ilgili onlarca kitap
yayınlandı. Sufilerin yolculuklarını anlatan yüzlerce hikaye okuduk.
Ancak ülkemizde Şekûr'e özel bir ilgi var. Bana göre, alışageldiğimiz
hidayet öykülerinden farklı olarak bu toprakların aşina olduğu bir dille
hikayesini paylaşan Muhyiddin Şekûr, samimi yazım dili sayesinde
okurlarıyla arasında saygın bir sevgi bağı kuruyor. Su Üstüne Yazı
Yazmak isimli ilk kitabında bir dervişin, hakikat ve tarikatin bahçe
kapısının dışından başlayan ve postun yanı başında biten yolculuğu
anlatılıyor. Kitabın, aşina olduğumuz, Allah dostlarına ilişkin
menkıbelerin aktarıldığı eserleri andırmasının yanı sıra zihnimizi çok
da yormayacak bir tefekküre davet etmesi sebebiyle sevildiğine
inanıyorum. Gölgeler Koridoru ise Şekûr'un ifadesiyle ilk kitabın
bittiği yerden başlıyor. Yine bir yolculuğa tanık oluyoruz. Ancak bu
kez, yolcunun geride kalan yola ilişkin anılarından çok, önünde uzayan
meşakkatli bir yolu aşmak için, yol boyunca biriktirdiği azıklarına
şahitlik ediyoruz.

EŞİNE ALİYE İSMİNİ KOYDU

Röportaj sırasında Şekûr'un eşi
Aliye Hanım da bize eşlik etti. 34 yıldır evli olan çift, Müslüman
olduktan sonra tasavvufla da birlikte tanışmış ve aynı mürşide
bağlanmışlar. Hatta eşine Aliye ismini de Muhyiddin Şekûr koymuş. Aliye
Hanım'a Şekûr'un kitaplarından bildiğimiz yolculuğu sırasında kendisinin
bulunduğu yeri soruyoruz. Benzer bir yolculuktan kendisinin de
geçtiğini anlatıyor. Aliye Hanım, Şekûr ile 40 yıldır devam eden
birlikteliklerine ilişkin şu görüşleri paylaşıyor: "Beni daima cezbeden
şey onun manevi hayatıydı. İlişkimizin bugüne kadar muhabbetle
gelmesinin arkasında bu manevi yaşantı olduğunu söyleyebilirim. Benim bu
yolculuktan çıkardığım en önemli ders, eşime dünyevi anlamda bağlı
olmamayı öğrenmemdir."

ATALARI MÜSLÜMANDI

Şekûr, ABD doğumlu bir Afro Amerikan.
Kendi ifadesiyle 24 yaşında 'yeniden' Müslüman olmuş. Yeniden Müslüman
olmasının sebebi, aslında atalarının neredeyse tamamının köle olarak
Amerika'ya getirilmeden önce zaten Müslüman olması. Bugün 65 yaşında
olan Şekûr'un İslamla tanışmasının üzerinden 40 yıldan fazla bir zaman
geçmiş. Şekûr, tasavvufla, şehadet getirdikten 10 yıl sonra tanışmış.
Kent Üniversitesinde Psikoloji eğiitimi alan Muhyiddin Şekûr, uzun bir
süre SUNY Brockport College'de öğretim üyeliği yaptıktan sonra 2006
yılında emekli olmuş. Bugünlerde Türkiye'de olsa da halen New York'a 500
kilometre uzaklıkta bir tekkede hizmetine devam ediyor. Söyleşimizden
Şekûr'un dünyasına ilişkin çok daha fazla ipucu bulacağınıza ve o
dünyanın kapısından bakabileceğinize inanıyorum. Buyrun...

İlk kitabınız Türkiye'de çok sevildi. Gençler sizi 'size yol
gösterici bir yazar' olarak tanımladı. Nasıl karşılıyorsunuz bu ilgiyi?

Su
Üstüne Yazı Yazmak kitabını yazarken amacım hayatımın o döneminde olup
biten anlamlı bulduğum anlara ilişkin gözlemlerimi paylaşmaktı. Yazmaya
başlarken sonucunda ne olacağını kestirerek hareket etmedim. Öğretmenlik
gibi bir iddiam yoktu. Başkaları benim yaşadıklarımdan ders çıkarsın
diye düşünmedim hiç bir zaman. Ancak yaşadıklarımın başkalarına bir
örnek oluşturmasından da mutlu olurum. Deneyimlerimi okuyanlar kendi
hayatlarına ilişkin ipuçları bulabilirler. Okurlarımın nelerin mümkün
olduğunu görmelerini isterim.

Kitaplar öğretmez mi?

Kitapların amacı hocalık yapmak
değildir. Ama sonrasında okuduklarınıza dönüp baktığınızda bir dönüşüme
vesile olduğunu farkedersiniz. Kitabın öğretici olduğunu sadece o zaman
görürsünüz.

Nedir sizce eserlerinizi bu kadar sevdiren?

Bende hâlâ bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyorum.

İnsanın yaratıcıya olan yolculuğunu, çiceğin ışığa doğru yolculuğuna
benzetiyorsunuz. Ancak bu yolculuk bazen gölgeler nedeniyle kesintiye
uğruyor. Su Üstüne Yazı Yazmak'ta çiçeğin ışığı arama yolculuğunu
anlatmıştınız, Gölgeler Koridoru hangi ışığa doğru yol aldığını bilen
çiceğin ışıkla arasına giren gölgelerle savaşını konu ediniyor. Bu
tesbitime katılıyor musunuz?

Doğru fakat çiçek örneğinde ondan
daha fazla dersler de var. İnsanın sevdiği şeylere ne kadar özen
gösterdiği-göstermesi gerektiği, insanın sevdiği şeyler için yapabildiği
fedakârlıklarla ilgili bir ders de çıkarabiliriz. Veya bizim
bağlılıklarımız, dünyaya bağımlılığmız üzerine bir şey söyleyebilir
çiçek. Çünkü çiçeğin hilkatinde ışığa yürüyüş vardır. Ama çiçeğin bu
tabiii yolculuğunu engelleyen, çiceği tutan engeller var. Bunlar bizim
nefsimizin dünyaya olan bağlılığıdır diyebiliriz. Çiçeğin gitmesi
gerekiyor. Ancak biz dünyaya bağlılıklarımızla çiçeğin ayağına pranga
vuruyoruz. Bu bağlılıklarımızla mücadele etmemiz gerekiyor.

Kitapta dünyayı bir yaprak yığınına benzetiyorsunuz. Oldukça çarpıcıydı.

Geçen
hafta sonu kelebek koleksiyonu olan bir kişiyle tanıştım. O kadar güzel
şeyler öğrendim ki, dünyanın en güzel kelebeklerinin bile ömrü sadece
yedi günmüş mesela. Biz dünyaya bağlılıklarımızla bir yaprak yığınından
ibaret olan dünyayı Everest haline getiriyor, sonra da onunla kavgaya
tutuşuyoruz. Halbu ki iman bize o yaprak yığınını bir çırpıda savurma
imkanı veriyor.

Gölgeler Koridoru'nda satırlar arasına gizlenmiş bir hüzün daveti de
var. Bir psikolog olarak insanın hüzünle mutlu olabileceğini
söylüyorsunuz. Bu nasıl olacak?

Bizim için hüzünde de bir
tatmin vardır. Bizim hüznümüzde bir olumsuzluk -umutsuzluk yoktur.
Kıstırılmışlık hali ya da negatif bir duygu değildir. Aksine zihin
berraklığı halidir. O haldeyken güzelliği de görürsünüz. Muhiddin İbn-i
Arabi Hazretleri 'Bu dünyada bir istasyondan bir istasyona sürekli geçiş
halindeyiz' diyor yani bu dünyada bazı dönemlerde biraz konforumuz
olabilir ama bu konfor hiç bir zaman kesintisiz olmayacak. İnanmayan bir
insan olsanız da bu zorluklara katlanmak zorundasınız. Bu dünyada hüzün
anları ve tatminkârlık duygularını tattığınız zamanlar olacaktır.

Tasavvuf coşku kaynağıdır. Kendini keşfettikçe mutluluk yolunda önemli
adımlar atarsın. Fakat bir yandan da bu keşfin sonunda çıkılan yol,
dünyevi hüzündür. Hüzün Müslümanların mecbur olduğu bir şey midir?

Bu sorunuzun Hz. Peygamber'in hayatında çok örnekleri var. Bu dünyadan
bir yolcu gibi geçip gitmek gerektiğini sürekli olarak bize
hatırlatıyor. Bu dünyanın kalıcı bir yer olmadığını sürekli tekrarlıyor
Efendimiz.

Bir psikolog olarak tasavvuf ile psikoloji biliminin kıyasını nasıl yapıyorsunuz?

Psikoloji
tasavvufa nüfuz edemez. Tasavvuf, çok daha kadim, çok daha eski, çok
daha bütün bir şey. Kıyas götürecek bir şey değil. İmam Gazali
Hazretleri koşullu öğrenmeyle ilgili bilgileri Pavlov'dan 1000 yıl önce
söylemiştir. Psikolojinin şöyle bir avantajı var. Psikolojiyle ilgilenen
kişiler bir potansiyel taşır. Çünkü psikojinin alanı da kendini keşif
sürecidir. Oraya bir giriş yapar. Farkındalık denilen kavram çok önemli.
Ben kimim, bir insanın kendim dediği şey nedir. Psikoloji, bu sorulara
cevap araması açısından çok büyük bir potansiyel taşıyor. Buna bir de
samimi bir ilgi eklenirse tasavvufu anlamak bir psikolog için çok daha
kolay olabilir. Ancak şunu hatırlatalım ki, psikoloji biliminin bakış
açısıyla tasavvuf tanınmaz. Tasavvuf kitaplardan okuyarak öğrenilecek
bir şey değil. Yaşanarak öğrenilecek bir şeydir.

TASAVVUF REÇETELERİ YAZMIYORUM

Tasavvufun ruh üzerindeki etkisi nedir? Kendi hastalarınıza tasavvufla ilgilenmeyi öneriyor musunuz?

Ben
hiç bir zaman tasavvuf reçeteleri yazmadım, yazmıyorum da... Ancak
kendim için yazabilirim. Hastalara bunu asla yapmıyorum. Çünkü ben
telapatik süreçte kendimi iyileştirici olarak görmüyorum. İyileşme
benden gelen benden kaynaklanan bir şey değil. Benim görevim, orada
bulunmak, anlamaya çalışmak, derin bir empatiyle paylaşmaya çalışmak.
Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Şifa kaynağı ben değilim. İyileştirme
sorumluluğu benim üzerimde değil. Allah'ın takdiri ile benim
aracılığımla geliyor olabilir ama benden bir şey değil.

Siz tasavvufda bir ferahlık bulmuşsunuz. Bunu tavsiye etmeniz doğru olmaz mı?

Benim
kendi değerlerimi empoze etmeye çalışmam doğru bir şey değil. Sadece
insanların farkındalıklarını artırma yolunda girişimlerim olur. Kendi
duygularına, kendi düşüncelerine, insanlarla olan ilişkilerine daha
fazla odaklanmalarını sağlayabilirim.

Müslüman bir psikolog ya da psikiyatristin Allah inancı olmayan bir danışmandan farkı yok mudur?

Benim
hastayla buluşma noktam onların bulundukları yerdir. Kendi bulunduğum
yere çekmeye çalışmam. Dergaha gelirlerse tabiki o farklı. O zaman başka
şeyler konuşabiliriz. Hastam için dua edebilirim ama onlara dua
etmelerini söylemem. Hastalarım için namaz kılabilirim ama namaz
kılmalarını söylemem. Çünkü herkesin seçme özgürlüğü var. Ne
istediklerini öğrenmek bir terapistin görevidir ama istediklerini vermek
terapistin görevi değildir.

BEN BU KİTAPLARI İNSANLAR DERVİŞ OLSUN DİYE YAZMADIM

Ama her Müslümanın tebliğ görevi vardır. Değil mi?

Tebliğ,
sokağa çıkıp insanları davet etmek değildir. İyi bir insan, cömert bir
insan olmaya çalışarak insanların ihtiyacı olan şeye kulak kabartarak
onları gözlemektir. İş buradan geçiyor. Ben bu kitapları insanlar derviş
olsun diye yazmadım. Benim için manalı olan deneyimleri paylaşmak
istedim. Bu deneyimler bir yere dokunursa insanlara adım attırırsa bir
işe yararsa benden daha şükürdar birisi de olamaz. Sokağa çıkıp 50
kişiyi imana getirme gibi bir yükümlülüğümüz yok. Ben de bu kitapları bu
yükümlülükle yazmıyorum. Bu mesele ne yaptığınızdan çok nasıl olduğunuz
meselesidir. Biz bir şey yapma üzerine aşırı odaklanıyoruz. İlla bir
şeyler yapmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Halbu ki, ne yapıldığından
çok, nasıl olunduğu önemlidir.

Nasıl bir 'hal'den bahsediyorsunuz?

Bizim alanımızdan örnek
vermek gerekirse bazı terapistler tanı koyma, test yapma hususlarına o
kadar odaklanırlarki hastayı kaçırırlar. Hastayı duymazlar, görmezler.
Halbu ki hasta oradadır. Örneğin bir asansöre bindiğiniz zaman samimi
bir merhaba demek birçok şeyi yapmaktan çok daha kuvvetlidir.

Kitabınızda siyahi bir işçinin mücadelesini anlatıyorsunuz. Siyahi
bir işçinin patrona karşı kendi haklarını savunmasıyla Müslüman
olmasının nasıl bir ilgisi var?

Hakikati müdafaa etmek bir
Müslüman hasletidir. Doyuran Allah'tır. Bunu unutmamak gerekiyor. Bu da
büyük bir teslimiyetle mümkün.

Şeyhiniz işçinin mücadelesi için cihaddır diyor. Cihad, Allah ile aramıza giren gölgelerle yapılan bir mücadele midir?

Cihadla
ilgili yanlış bir özdeşim oldu son yıllarda. Zulümle, zalimlikle eş
anlamlı gösterilmeye çalışıldı. Cihad aslında mücadele demektir. Bu
çoğunlukla çok kişisel bir şeydir. İnanan bir insanın herşeyden önce
uyanık olması gerekmektedir. Gözü önünde olup bitenlere karşı uyanık
olmalıdır. Bir ikilem, çelişki anında doğruyu seçme mücadelesidir
aslında cihad dediğimiz şey. Karar verme anlarında ortaya çıkar bu
mücadele. Çünkü ancak zor anlarda öğrenir insan. Hz. Peygamber'in Bedir
savaşı sonrasında küçük cihaddan çıktık büyük cihada gidiyoruz
demesinden bunu anlıyoruz. Tabiki bir Müslüman'ın doğrunun, hakkın
tarafında durması gerekiyor. Önümde şeyhim gibi bir rehber olduğu için
ben şanslıydım. Siyahi işçinin alması gerekenin çok altında bir ücret
almasına karşılık mücadale etmesi gerektiğine üstadım bizi uyandırdı ve
bunun bir cihad olduğu konusunda bilinçlendirdi.

Sufilikle bu mücadele anlayışının buluşmasına pek alışık değiliz...

Şeyhim
derki, "Tasavvufun bir dergahta oturup sabaha kadar tefeekkür edip
zikir yapmak olduğunu zannediyorsanız, gerçek tasuvvuf bu değildir.
Tasavvuf böyle olsaydı bugüne kadar sufilik diye bir şey kalmazdı. Hiç
birimiz sıkıntı çıkmasını, pürüz çıkmasını istemeyiz hayatımızda.
İsteriz ki bir ikilemle karşı karşı kalmayalım hayatta. Ama iş böyle
değil. Peygamber Efendimiz 'Bir haksızlık gördüğünüz zaman onu elle
düzeltin, bunu yapamıyorsanız dille düzeltin bunu da yapamıyorsanız
kalbinizle buğz edin' diyor ki bu sonuncusu imanın en zayıf olduğu
nokta.

Semboller dünyasında hiç başlamayacak olan ama aynı zamanda devam eden bir üçüncü dünya savaşının yaşandığını söylüyorsunuz.

Gölgeler Koridoru'ndan anlaşılacağı üzere bir aydınlık bir de karanlık
var. Bir iyi var bir de iyi olmayan. Mesele insanın karanlıkla
karşılaştığında ne yapacağı meselesidir. Hangi tarafta olacaksınız,
karanlığın tarafında mı olacaksınız aydınlığın tarafında mı olacaksınız?
Bu savaşta bencilliğin, aç gözlülüğün, para hırsının, konfor arayışının
karşısında silahlarınız; samimiyetiniz, sabrınız, sevginiz,
doğruluğunuz, emin oluşunuz olacak.

Türkiye'de olmak ve kitabınızı İngilizce versiyonundan önce Türkçe basmak sizin için neden önemli?

Türkiye'de başka bir güzellik görüyorum. İnanılmaz bir tarih var.
Türkiye'nin hilafeti taşıması da çok sıradışı olmuştur. Kendini dindar
olarak tanımlamayan insanlarda da çok güzel özellikler görüyorum. Adaba
çok dikkat ediyorlar. Bu, kültürün bir parçası olmuş. Bu toprakların
üzerinde halen sahabelerin ve Allah dostlarının nefesleri olduğunu
hissedebiliyorum. Bu çok büyük bir şans. Burada yaşayan insanların
bunlara dikkat etmesi gerekiyor. Çok ümit verici bir şey. Modern bir
hayatta yaşıyoruz ve değerlerimizi korumaya çalışıyoruz eğer bunlar
farkedilmezse gözardı edilirse büyük bir kayıp olur. Farkedilirse de çok
büyük bir kazanç ve büyük bir ümit kaynağı. Allah ile bağlantılı birçok
şey kültürün içerisine o kadar fazla yerleşmiş ki, dindar olmayan bir
insandan da namaz kılmayan bir insanın da estağfirullah, inşallah
dediğini duyuyorsunuz. Bu büyük bir şey.

İstanbul'da, bulunmaktan haz adığınız mekanlar var mı?

Hangi
birini söyleyeyim ki... Birini diğerine tercih edemiyorum. Sultanahmet
ile Eyüp'ü nasıl kıyaslayabilirim ki... Şahsen Şehzedabaşı Camii'nde
namaz kılmaktan büyük haz alıyorum. Şeyh Yahya Efendi Camii'nde
bulunmaktan, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri'nin huzurunda bulunmaktan
büyük mutluluk duyuyorum. Topkapı Sarayı yakınındaki İshak Paşa Camii'ni
özellikle çok seviyorum. 

Leave a Reply