Uygarlığın doğuşundan mutsuzluğa…

Bugün Ahmet Hakan’ın yaptığı gibi yazımı birkaç parçaya bölmek istiyorum. Gerçi bu bölme işini başlatan yıllar önce Melih Aşık’tı galiba ama o artık Ahmet Hakan kadar popüler değil. Bu yüzden onu örnek göstermiyorum. Ama hemen dört parçaya bölünmek ruhsal bütünlüğüme iyi gelmeyeceği için ikiye ayırıyorum yazımı. İlk bölüm politik bir yazı olacak. İkinci bölümse psikoloji eleştirisi. Çarşamba günü benim ekip Therapiagroup Radikal yazılarında bir kitap tanıttı. O kitap üzerinden pozitif psikoloji eleştirisi yapacağım biraz. Politik bölümle başlıyorum.

TOTEM VE TABU

Freud en önemli eserlerinden biri olan Totem ve Tabu’da dinin ve dolayısıyla uygarlığın ortaya çıkışıyla ilgili spekülatif ama çok güzel bir kurgu ortaya koyar. İlkel toplumlarda kabilenin reisi babanın ciddi bir otoritesi ve diğer kabile üyeleri üzerinde dayanılmaz bir baskısı vardır. Baba her şeyin ama her şeyin sahibidir, buna kabilenin kadınları da dahil.

Freud burada uygarlığı ataerkil düzenin henüz var olmadığı toplayıcı ve avcı atalarımıza kadar götürmüyor nedense. Belki o dönemdeki eşitliği, özellikle kadın ve erkek arasındaki eşitliği Viktoriyen ve Ortodoks Yahudi ahlakının egemen olduğu 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında anlamlandıramadığı ve tam olarak anlayamadığı içindir. Düşünsenize penis hasedi diye bir kavram öneriyor ki, psikanaliz günümüzde de kadın nörozunu bu kabul üzerinden tanımlamaya devam ediyor.

Kız çocuğu erkek kardeşin ve babanın penisine imrenir, ona sahip olmak ister. Ama hiçbir zaman sahip olamayacağını fark ederek bu durumu sonunda kabullenir. Yani kadının hayata başlamasını bir eksiklik üzerine kurar Freud ki, bunun altında nasıl bir bilinçdışı mekanizma vardır, Freud araştırmacıları yazsın onu da.

Neyse biz kitabımıza dönelim. Yazı politik çünkü. Babanın hiçbir şeyi oğullarıyla paylaşmak istememesi, her şeye ama her şeye tek başına sahip olmak istemesi yavaş yavaş homurdanmalara yol açmaya başlar. Çünkü kadınlardan ve diğer haz veren şeylerden onlar da faydalanmak istemektedirler. Kadınların ne istediğiyle gördüğünüz gibi kimsenin ilgilendiği yok. Uygarlık kadınla ilgili bir şey değil çünkü. 

Sonunda oğulların canına tak eder ve bir plan kurarlar. Babayı tenhada kıstırıp öldürmek. Yaparlar da bunu. Öldürmekle kalmazlar, oturup bir güzel de yerler. Ortaklaşa yürüttükleri bu eylem başlangıçta büyük bir özgürlük duygusu verir. Ama daha önce hiç özgür olmadıkları için bununla ne yapacaklarını pek bilemezler. Bilinmezlik ciddi bir korku uyandırır insanda. Baba otoriter ve baskıcıydı, bütün kadınlarla o sevişiyordu ama en azından güvendeydiler bu sayede. Ne yapacaklarını, neyi yapamayacaklarını o söylüyordu ve sorumluluk diye bir şey yoktu. Hayat çok rahattı.

Belirsizlikten kaynaklanan bu korku oğullarda yavaş yavaş yanlış mı yaptık acaba sorusunu doğurdu. Yanlış yapmışlarsa suçluydular. Babalarını öldürmüşlerdi işte, hem de ne uğruna? Babalarının eksikliği o kadar can yakıcıydı ki, onu öldürdükleri ve afiyetle yedikleri yerde onu sembolize eden bir şey bulmaya çalıştılar. Babalarının yerimi tutmazdı tabii ama onu, onun dediklerini anımsamalarını sağlayacak bir ‘şey’e de ihtiyaçları vardı. Bu ‘şey’i totem olarak adlandırdı daha sonra antropologlar.

Babanın koyduğu bütün yasakları tekrar hayatlarına soktular, onun kurallarına uyacaklarına o totem önünde yeminler ettiler. Gelip onun nezdinde babalarından özürler dileyip durdular. Totem sesini çıkarmayıp öylece durduğu için de, hiç bir zaman emin olamadılar affedilip affedilmediklerinden. Suçluluk duygularıyla başa çıkabilmek için kurbanlar vermeye başladılar düzenli olarak. Babanın koyduğu kurallardan daha ağırını reva gördüler kendilerine. Toplumsal değer yargıları, adetler ve sonunda din doğdu böylece. Uygarlığın insan özgürlüğünü kısıtlayıcı yasaklardan meydana gelmesinin temelinde bu suçluluk duygusunun yattığını söyler Freud Usta.

Ben diyorum ki, oğullar özgürlükten korkmamalı ve suçluluk duygusunu, eğer ortaya çıkarsa, hemen defetmeli. Belirsizlik kötü değildir. Belirsizlik bize yeni bir şeyler yaratma, ilerleme, değişme olasılığını sunar. Belirsizlikten duyulan korku tutuculuğu beraberinde getirir. Özgürlük ise bilinmeyende saklıdır. Hadi onu bulup çıkaralım.

Politik yazım bu kadar. Şimdi gelelim psikoloji yazıma.

POZİTİF PSİKOLOJİ KANDIRMACASI

Threrapiagroup Çarşamba günü bir kitap tanıttı. ‘Pozitif Psikoloji’ kitabın adı. Tanıtım yazısı şöyle: 'İyi yaşam nedir?', 'Mutluluk nedir?' ve 'İyilik hâli nedir?' sorularına yanıt arayan pozitif psikoloji, psikoloji biliminin çatısı altındaki en yeni yaklaşımlardan. Pozitif psikoloji akımı, ruh sağlığı ile ilgili sorunları yok saymamakla beraber, insanların olumlu yönlerine ve güçlü özelliklerine odaklanmayı görev olarak benimsiyor. Bu bağlamda, mutluluk, iyimserlik, umut, psikolojik dayanıklılık, psikolojik iyi oluş, yaşam kalitesi, yaşamın anlamı, travma sonrası gelişim, duygular, affedicilik, yaşam amaçları belirleme, pozitif yaşlanma, empati, minnettarlık, özgecilik, aşk ve benzeri pek çok konu pozitif psikolojinin araştırma konularını oluşturuyor. Kate Hefferon ve Ilona Boniwell’in yazdığı kitapta pozitif psikoloji ile ilgili en son araştırmaların ve bilimsel bulguların sentezi sunuluyor; hayatı yaşanabilir ve değerli kılan şeylerin neler olduğu ile ilgili çarpıcı bilgiler veriliyor.’

Kitabın yazarını tanımıyorum. Kitabı okumadım. Ama doğrudan pozitif psikoloji denen şeye itirazım var. Benim ekip daha önce yazdığım ve bizim ‘Therapia’ dergisinde yayınladığım bir makaleyi atlamışlar sanırım. Bu makalenin adı Mutluluk Tuzağı. Bu uzun makalenin son bölümünü buraya olduğu gibi alıyorum.

POZİTİF PSİKOLOJİ MUHAFAZAKAR MI?

Pozitif psikolojinin temel iddiası, mutluluğun – iyimserlik, olumlu duygular vb. – yalnızca arzulanan değil, aynı zamanda sağlık ve başarıyı beraberinde getirdiği için yararlı bir durum da olduğudur.  Martin Seligman da sayısız bilimsel çalışmanın mutlu insanların mutsuz insanlara göre daha uzun yaşadıklarını gösterdiğini yazar. Başka bir deyişle, mutsuzluk hastalık ve zayıflık kaynağı olduğundan dolayı mutlu olmak için çaba göstermek zorundayız. Bu düşünceye göre mutluluk sadece bir araçtır, daha sağlıklı yaşamanın ve başarıya ulaşmanın bir aracı.

Ama bu söylemin belirsiz olan bir yönü var. Yapılan hiçbir çalışma ne yazık ki şuna açıklık getirmiyor. İnsanlar mutlu oldukları için mi sağlıklılar, yoksa sağlıklı oldukları için mi mutlular?  Seligman’ın en çok üzerinde durduğu çalışma rahibelerle yapılan, mutlulukla uzun hayatın ilişkisi üzerinde duran bir bilimsel çalışmadır. Kendini mutlu hisseden rahibeler 90 senenin üzerinde yaşarken, kendini mutlu hissetmeyenler 70-80 yıl arasında yaşamışlar. Yalnız bu arada mutluluk kriteri olarak alınan şey de sıradan insanın mutluluk kriterleriyle pek uyuşmuyor. Kendini mutlu olarak değerlendiren rahibeler 1930’lu yıllarda hayatlarının neredeyse başlangıçlarında kendilerini Tanrıya adadıkları için çok mutlu olduklarını ifade ediyorlar.

Yine Seligman’ın başvurduğu bilimsel olduğu iddiasındaki bir çalışmada, mutlulukla ilgili bildirim değil, üst sosyoekonomik sınıftan ailelerin çocuklarının devam ettiği elit bir okul olan Mills Kolej ögrencisi kızların yıllık fotoğraflarındaki gülümsemeleri değerlendiriliyor. 1950’li yıllardaki yıllık fotograflarında "içten" gülümseyen kızların yıllar sonra mutlu evlilikler yaptığı ve mutlu bir hayat sürdükleri tespit ediliyor. Bu çalışma Wisconsin’de elit olmayan bir okuldan mezun kızlarla yapılan bir çalışmada teyit edilememiş. Yani yıllıkta "içten" bir gülümsemesi olan kızların, erişkinlik hayatlarının da daha mutlu geçtiği gösterilebilmiş değil.

Pozitif psikologların dayandığı başka bir çalışmada, 65 yaşın üstünde Meksika kökenli Amerikalılar araştırılıyor. Kendilerini mutlu olarak tanımlayanlar daha uzun yaşıyorlar ve kendilerini mutlu olarak tanımlamayanlardan daha az zayıflar. Seligman’a göre anılan bu 3 çalışma hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde mutluluğun uzun ve sağlıklı bir yaşamla uyumlu olduğunu göstermektedir. Pek de bilimsel bir çıkarım olmadığı su götürmez.

Bunun yanında mutlu olmanın uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmeye etkisi olmadığını gösteren de birçok çalışma olduğunu belirtmek gerek. Göğüs, gırtlak, akciğer kanseri olan hastalarla yapılan çalışmalarda mutlu olmanın ya da iyimserliğin hastaların hayatlarını uzatmadığı da gösterilmiştir. Hatta bazı çalışmalar, kötümserlik gibi olumsuz özelliklerin sağlık açısından uzun vadede iyimserlik ve mutluluktan daha önemli olduğunu göstermektedir. 2002 yılında yapılan bir çalışmada hafif depresyonu olan kadınların yaşam süresi beklentilerinin depresif olmayan kadınlara göre daha yüksek olduğu gösterilmiştiur. Kaliforniya’da 1000 okul çocuğu üzerinde yapılan uzun erimli bir çalışmada iyimserliğin orta ya da ileri yaşlarda erken ölümlere neden olabildiği gösterilmiştir. Bunun nedeni de iyimser insanlar daha fazla risk almaları ve kendilerine dikkat etmemeleri olarak açıklanmaktadır.

Başka şaşırtıcı bir çalışma da 2001 yılında Seligman’ın kendisinin de katıldığı bir çalışma olmuştur. Bu çalışma yaşlı, kötümser insanların bir yakınlarının ölümü gibi olumsuz bir yaşam olayından sonra depresyona girme olasılıklarının daha düşük olduğunu göstermiştir.

Yayınlanan çalışmalarda çoğunlukla olumlu duyguların sağlığa olan olumlu etkilerine daha çok vurgu yapılmakta, bu anlamda olumlu sonuçlar ön plana çıkarılmaktadır. Bunda medyanın olumlu sonuçlar çıkmayan çalışmalara itibar etmemesinin de payı var. Çünkü örneğin yüz metre koşusunda başarı elde etmenin cinsiyetle ilgisi yoktur, gibi sonuç medyayı ilgilendirmezken, tam tersi bir sonuç sansasyonel bir şekilde haber yapılabilmektedir.

Bu durum bilim insanlarını da etkileyebilmektedir. Pozitif psikolojinin olumlu etkilerine yönelik çalışma sonuçlarına ulaşma konusunda daha istekli  ve taraflı bir tutum içine girmelerine neden olmaktadır. Ne de olsa insanlar günümüzde, yapıp ettiklerinin görülmesini, kendilerine ilgi gösterilmesini arzuluyor. Yalnızca kuru bilimsel dergilerde yayınlanması yerine çalışmalarını Time ya da Spiegel’de afili bir fotografla birlikte yayınlamak oldukça çekici gelebilir bir çok kişiye.

Ama tabii ki pozitif psikoloji üzerine yapılan haberlerden yalnızca aşırı hevesli gazeteciler sorumlu değil. Kentucky Üniversitesi’nden Suzanne Segerstrom pozitif psikolojinin şifa gücü üzerine yaptığı çalışmayla 2002 yılında Templeton Foundation Award for Positive Psychology’nin ödülünü aldığında olduğu gibi. Segerstrom bu çalışmada olumlu duygularla bağışıklık sistemi arasındaki olası bağlantıya vurgu yapıyordu. Bağışıklık sisteminin kanserde oynadığı rol henüz tam olarak ortaya konamadı, ama soğuk algınlığı gibi viral hastalıklardaki koruyucu etkisi tartışılmaz bir gerçek. Olumlu duygularla bağışıklık sistemi arasında bir bağlantı olup olmadığı ise apayrı bir soru olarak duruyor ortada. Martin Seligman ise bu konuda oldukça emin. Ona göre "mutlu insanların bağışıklık sistemleri mutlu olmayanlara göre çok daha bozulmamış durumda."

Segerstrom 1998 yılında bağışıklık sisteminin önemli hücrelerinin kandaki miktarını ölçerek yaptığı bir çalışmada, iyimserliğin bağışıklık sisteminin gücüyle olumlu bir korelasyon gösterdiğini iddia ediyor. Oysa iki üç yıl sonra yaptığı bir başka çalışmada tam tersi sonuçlara da ulaşıyor. Yani kötümserlerin bağışıklık sistemlerinin belli koşullarda iyimserlerden daha güçlü olduğunu gözlüyor.

Segerstrom gazetecilere bu olumsuz ve çelişkili sonuçlardan bahsettiğinde hiç de umduğu ilgiyi göremiyor. 2002 yılında New York Daily News’a verdiği bir ropörtajda, iyimserliğin sağlık açısından avantajlarına dikkat çekiyor ve "iyimserlerin yalnızca duygusal yönden dengeli" olmadıklarını, aynı zamanda "daha güçlü bağışıklık sistemleri" olduğunu belirtiyor. Kendisiyle yapılan bir telefon konuşmasında elde ettiği olumsuz bulguları göz önünde tutmaması yönünde medyadan bir baskı görmediğini söylüyor. Ama biraz sıkıştırıldığında ve aldığı ödül sorulduğunda, sıkkın bir şekilde "kimsenin sıfır sonuca ödül vermediğini" belirtiyor.

Templeton Vakfı bu yüzyılın başından beri pozitif psikoloji konusunda çalışan kişileri maddi olarak destekliyor. Seligman’ın başında olan merkez, çalışmaları için 2,2 Milyon Dolar alırken, farklı küçük araştırma grupları 1,3 Milyon Dolar para almışlar. Bu vakıf dine bilimsel bir zemin oluşturmak için yapılan çalışmaları desteklemesiyle de tanınıyor.

Vakıf 1972 yılında milyarder yatırımcı John Templeton tarafından kurulmuş ve her yıl dindeki ilerlemelerle ilgili olarak bir Templeton ödülü veriyor. İddiası da Nobel ödüllerinin dolduramadığı boşluğu kapatmak. Vakıf dini bilimselleştirme iddiası adı altında çeşitli projelere imza atıyor. Bunlardan biri evrim teorisine alternatif olarak sunulan "intelligent design". Ama olumlu sonuçlar alamayınca, spritüel ilgisini duaların etki gücünü araştırmaya yönlendiriyor ve buradan da hiçbir sonuç çıkmıyor.

Büyük olasılıkla Templeton pozitif psikolojinin iyimser iddialarından oldukça etkileniyor. Maddesel olanın üstünde ruhsal bir gücün varlığını, spritüel bakış açısından oldukça çekici bir alan olarak algılamış olsa gerek.

Ama bu vakfın bağlantıları bu kadarla da kalmıyor. Templeton Vakfı politikayla da ilgili, Cumhuriyetçileri destekliyor. Let Freedom Ring adlı bir grubu finanse ediyor ve George Bush’a 2004 seçimlerinde Evangelikanların oylarını garanti ediyor. 2007 yılında da Freedoms’s Watch adlı derneği destekliyor. Bu dernek de Irak savaşı sırasında bu savaşla ilgili televizyon reklamlarını finanse eden bir kuruluş ve sık sık Irak’la El Kaida örgütünü benzer ve birlik içinde gösteriyor. Ayrıca Kaliforniya’da eşcinsel evliliklerin yasaklanmasıyla ilgili yasanın çıkarılmasıyla ilgili kampanyaları destekliyor.

Pozitif psikolojini kurucusu Seligman’ın kendisi de sağ ideolojileri benimsiyor. Psikiyatri içinde önemli yer tutan, kurbanların, travmatize olmuşların ruhsal sorunları ve kurbanlarla ilgili araştırmalara sıcak bakmıyor. 2000 yılında verdiği bir röportajda aynen şunları söylüyor: "Zamanımızın kültürü, herhangi birşey yanlış gittiğinde, daha yukarıda bir gücü, iktidarı sorumlu tutma eğiliminde. Oysa başlarına gelenlerden esas olarak insanların kendi karakter yapıları ve aldıkları kararlar sorumludur."

Pozitif psikoloji bugün muhafazakar bakışın kalbinde yatan birçok doğruyu mutluluğun ön koşulları olarak sıralıyor. Evli ve dini inançları doğrultusunda yaşayan insanların diğer insanlardan daha mutlu olduğunu söylüyor örneğin. Buradaki kritik nokta, pozitif psikolojinin söylemlerinde, hayatından memnun olmakla mutluluğu bir olarak tutmasıdır. Yani belli bir maddi sıkıntı içinde değilseniz, toplumsal kurallara harfiyen uyuyor ve bununla ilgili hiçbir sıkıntınız yoksa, toplumsal haksızlıklar sizi pek de rahatsız etmiyor ve kişisle huzurunuzu her şeyin önünde tutuyorsanız, kolayca ulaşabileceğiniz bir ruhsal durumdur memnuniyet ve mutlusunuz demektir.

Pozirif psikolojinin asıl muhafazakarlığı, bütün eşitsizliğine ve gücü suistimal etme potansiyeline rağmen statükoya sıkı sıkıya sarılmasında yatmaktadır. Hayattan memnuniyeti sorgulayan testlerde, bireyin içinde olduğu durumla ilgili duygularını sorguladığı bölümlerde aşağıdaki cümlelere dikkat edelim.

· Hayatım büyük oranda ideallerime uygun.

· Yaşam şartlarım mükemmel.

· Hayatımdan memnunum.

· Şimdiye kadar hayatta ne hedeflediysem hepsine ulaştım.

· Tekrar doğsam, hayatımda hiçbir şeyi değiştirmek istemezdim.

Pozitif düşünce gibi pozitif psikoloji de yaşam koşullarını yok sayıp, kişinin bakış açısının düzeltilmesine odaklanmaktadır. Seligman toplumsal değişimle ilgili her şeyi baştan reddetmektedir. "Yaşam koşullarıyla ilgili iyi haber: Mutluluk düzeyini arttırabilecek birkaç şey var. Kötü haber: Mutluluğu etkileyecek yaşam koşullarını değiştirmek hem pratik değil, hem de çok pahalı." Bu gerekçenin, toplumsal eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına yönelik bütün iyileştirici reformlar için de kullanılıyor olması ne garip ve ne büyük bir tesadüf.

Statükonun savunusuna pozitif psikolojinin en önemli "katkısı", hayat koşullarının nasıl olduğunun bireyin mutluluk düzeyine çok az etki ettiği yönündeki "bilimsel" bulgularıdır. Pozitif psikolojiye göre yaşam koşulları bireyin mutluluğuna %8-15 arasında etki eder. Buna kanıt olarak da, işlerini kaybeden insanların ya da ağır omurilik yaralanması sonucu sakat kalanların kısa bir sürede eski mutluluk düzeylerine ulaşmalarını gösterir.

Yaşam koşulları insan mutluluğunu arttırmak ya da azaltmak yönünde etkili değilse, poltikanın da insan hayatı için pek bir önemi yok demektir. Bu durumda neden daha iyi bir iş, daha iyi eğitim, daha iyi sağlık sistemi, daha iyi ev koşulları için mücadele edildiğini de sormak gerekiyor sanırım.

Geriye kalan tek şey, insanın iyimser ya da kötümser olmasını belirleyen geni bulmak ve insanlığa gerekli bu büyük hizmeti yapmak. Bu buluşu yapan bilim insanına Nobel mi yoksa Templeton mı ödül verir, artık siz düşünün.     

Leave a Reply