"Türkiye ergenlik krizi yaşadı"

IŞIL CİNMEN
icinmen@haberturk.com
HABERTURK.COM

31 Mayıs’tan beri duygusal olarak çalkantılıyız.
Çok uçlardayız.
Çok neşeli…
Çok üzgün…
Çok isyankar…
Çok kızgınız…

Bir ayda o kadar büyük bir gerilim yaratıldı ki, toplumun her kesiminde insanların tepkileri de giderek garipleşmeye başladı.
TOMA’nın önünde çırılçıplak soyunanlar…
Sinir krizi geçiren polisler…
Sopayla sokağa çıkan adamlar…

Nasıl sakinleşeceğiz?

Prof.Dr. Kemal Sayar yaşadıklarımızın “Kendi ayrılığını duyurmaya çalışan ergenle, onun bu arayışını kendi varlığına tehdit olarak algılayan baba arasındaki gerilim” olduğunu söylüyor.

Haziran 2013 Türkiyesi’ne psikolojik bir rahatsızlık teşhisi koyacak olsanız ne olurdu?

Buna bir “ergenlik krizi” derdim.

Neden?

Kendi ayrılığını ve biricikliğini duyurmaya çalışan ergenle, onun bu arayışını kendi varlığına bir tehdit olarak algılayan baba arasındaki gerilim.

Nasıl sakinleşebiliriz?

Öncelikle taraftar psikolojisinden çıkıp hayatı hızla normalleştirmeliyiz. Bu tür siyasal gerilim dönemlerinde insanlar kolayca “biz” ve “onlar” ikiliğine savrulabiliyor. Bir grup düşüncesi ortaya çıkıyor. Bu grup düşüncesi bireysel düşüncenin yerini alıyor. İnsan grup içinde düşünmeye başladığında daha aşırı ve uç düşüncelere daha kolay savruluyor. Dolayısıyla kimse birbirinin ne dediğini dinlememeye, sadece gelen sözün kendi grup varlığına uygun olup olmadığını düşünmeye başlıyor.

Normalleşmenin önündeki en büyük engel ne?

Yalanların havada uçuştuğu bir ortamda insanlar sakinleşemez. Sakinleşmemiz için kendi grupsal düşüncelerimizi de sorgulayabilmemiz gerekir. Ötekinin haklı olduğu yer neresi olabilir, onu dinlemek bana ne katabilir bunu dikkate almamız gerekir. Taraftar psikolojisinden çıkarak serinkanlı analizler yapmayı başarmak gerekiyor.

Bazı kişilerde şiddetli bir ses duyunca irkilme, çocuklarda polis görünce korkma gibi tepkiler oluştu. Bunlar kalıcı mı?

Bahsettiğiniz belirtiler zorlanma belirtileri. Sokağa daha çok çıkmalı, hayatın bize sunduğu imkanlardan daha çok yararlanmalıyız. Ruhsal açıdan zorlandığımızı hissediyorsak psikiyatrik ve psikolojik yardım almaktan çekinmemeliyiz.

Bu süreçten polisler nasıl etkilendi?

Polis bu süreçte çok eleştirildi ve günah keçisi haline getirildi. Polisliğin çok zor bir meslek olduğunu, zor şartlar altında çalıştıklarını ve nihayetinde onların da bu insan olduğunu unutmayalım. Öncelikle mesleğe seçilen insanların ince elenip sık dokunarak titizlikle seçilmesi ve ciddi bir eğitim verilmesi gerekiyor. Polislerin çok uzun süre aç, yorgun ve uykusuz çalıştırılmaması lazım. Bu durumdaki bir insan şiddete kaçabilir. Çalışma koşullarının mutlaka iyileştirilmesi ve ciddi bir ruhsal danışmanlık hizmeti verilmesi gerekir. İzin süreleri uzatılabilir, maddi imkanlar artırılabilir.

Aldıkları emirleri uygulamanın ötesine geçerek kendini kaybeden polisler nasıl böyle bir ruh hali içine giriyor?

Emri yerine getirirken ölçü kaçıyorsa çok ciddi bir problem var demektir. İnsanların üniforma giydiklerinde karşılarındakini daha kolay suçlu olarak düşünme ve onlara daha kolay baskı kurabilme eğiliminde olduklarını biliyoruz. Bu konuda yapılmış çok önemli deneyler var. Üniformanın kişiyi çok büyük bir güçle donattığını ve otoriteye itaatin bazen ölçüsünü şaştığını bize sosyal psikoloji bilimi söylüyor. Polise bir olayı, insanları incitmeden nasıl kontrol altına alması gerektiği daha iyi öğretilmeli. Polisin ilk görevi can kaybını önlemektir. Temel mesele yurttaşı korumaktır. İnsan canından daha kutsal bir şey yoktur.

Eylemciler arasında ağır yaralananlar, travma yaşayanlar, gözlerini kaybedenler oldu. Onlar ne yapmalılar?

Mutlaka psikiyatrik destek ve yardım almalılar. İnsan yaşadıklarını bir anlam çerçevesine oturtabilirse travmayı daha kolay atlatır. Travma uzar ve süreğenleşirse, aşırı hassasiyetler oluşur ve kişinin hayata katılması zorlaşır. Travmatik deneyimlerin anlatılması, benzer deneyimi yaşamış insanlarla konuşmak onları bir nebze rahatlatacaktır.

Gezi Parkı üzerinden hükümet ve eylemciler arasında bir inatlaşma başladı. Sorunu çözmeye çalışmak yerine iki taraf da kendi gücünü kanıtlamaya çalışıyor. Bu psikolojik bir savaş mı?

Psikoloji literatüründe “Post travmatik büyüme (Travma sonrası büyüme)” diye bir kavram vardır, insan gibi toplumlar da krizlerden güçlenerek çıkabilir. Nietzsche’nin sözündeki gibi: “Beni öldürmeyen yumruk, beni güçlendirir.” Ama devlet yurttaşlarıyla bilek güreşi yapmasa daha iyi olur. İnsanları dinlemek ve haklı veya haksız taleplerini işitmek daha öncelikli olmalı. Öte yanda protestocular da kendileri gibi düşünmeyen insanlara baskı uygulamayı bırakmalı. Her iki taraf da mağduru seslendirmek yerine birbirini daha iyi dinlemeli. Ben bu olaylardan demokrasimizin güçlenerek çıktığını düşünüyorum.
 
Bu dönemde her şey çok uçta yaşandı. Beraber direnirken kurulan dostluklar da, tencere tava çalıyor/çalmıyor diye başlayan düşmanlıklar da… Bu toplumun genelinde de olan bir kutuplaşma. Bu ruh halinden nasıl çıkacağız?

İnsan, kendisine ve kendi kabilesine taraf bir varlık; öteki saydığına empati yapmakta doğal olarak zorlanıyor. Onun da kendi çapında bir ıstırabı, bir derdi olabileceğini hesap etmiyor.  Asıl erdemin bizden farklı olanı anlamak olduğunu hatırlamamız lazım. Siyasette merhamet eksenin hiç eksik olmaması gerekiyor. Merhamet, benden farklı olanın taleplerini görmem demektir. Onları yargılamaya başladığım ve etiketlediğim anda problem başlıyor ve anlama çabası sona eriyor.

Toplumsal barışı nasıl sağlayacağız?

Farklı inanışların ve yaşayışların bu toprakların en büyük zenginliği olduğunu ve ancak bir ihtimam ahlakı etrafında yaşayabileceğimizi kabullenmemiz lazım. Türkiye'nin en büyük meselesi olan Kürt meselesi bu bilinçle çözüm sürecine girdi, Alevilerin de, endişeli modernlerin de, başörtüsü mağdurlarının da büyük bir toplumsal açılımla rahatlatılmaları gerek.

Bu olaylar, dindar kesimde tekrar 28 şubat travması yarattı. “Siz, biz coplanırken yoktunuz, o kadar vicdanen hareket ediyorsanız o zaman neredeydiniz?” diyorlar. Bu haklı bir duygu mu?

Ben acı aritmetiğine inanmıyorum. “Benim acım senden daha büyüktü” söylemi bir savunma refleksine dayanıyor. Bu ülkede değişik toplumsal kesimler, değişik zamanlarda devletten şiddet gördüler. Çok acı çeken, işkence gören, okuma hakkı, çalışma hakkı gaspedilen insan oldu. Bütün bu mağduriyetlerden sonra acı yarıştırmayalım artık. Türkiye’nin meselesi, herkesin sadece kendi mahallesinin özgürlüğünü istemesi…Sol, baş örtülünün hakkını savunur, baş örtülü solun hakkını savunursa, mahalleler arasında “benim özgürlüğüm daha mühim” ayrışması ortadan kalkar.

Leave a Reply