Prof.Dr.Erol Göka İnsanın büyük seçimi: tek mi çift mi? Prof.Dr …


Çağdaş bir tıp dalı olan psikiyatri içinde bazı gerilimler taşıyor. Örneğin psikiyatrinin teori ve uygulaması, mesleksel ve bilimsel yanı arasında ciddi gerilimler yaşanıyor. Bu gerilimler, “çift”, “aile”, “grup” gibi bireysel psikolojiyi aşan “ilişki”ye ve “diyalog”a dayalı alanlarda doruğa çıkıyor. Zira çağdaş psikiyatrideki rahatsızlıkların nedenlerine yönelik neredeyse tüm açıklama modelleri, bireysel psikoloji kökenli, hep insan tekinin psikolojisi hakkında geliştirilmiş teorilere dayanıyor. Bugün psikiyatrik tedavi uygulamalarında çift, aile, grup gibi modalitelere yer veriliyor elbette ama hemen hemen yalnızca birer teknik olarak... Çağdaş psikiyatri, çift, aile ve grup ilişkilerinin kendileri ve ilişkilerdeki sorunların nedenleri üzerinde yeterince kafa yormuyor; tüm bu ilişkileri zaten burada, doğanın içinde kendiliğinden var olmuş bir olgu veya “bizatihi veri” olarak kabul ediyor.

Oysa “Bir çift veya bir grup nasıl oluşur?” şeklindeki bir soru, gerçek bilimsel bir sorudur; çift veya grup doğada öylece duran, oluşumları araştırılmaya değmeyecek “kendinde veri”ler değillerdir. Bunları söylediğimde yalnızca bilim felsefesiyle ilgili bir tez öne sürmüş olmuyorum, şimdi açıklamaya çalışacağım gibi içinde yer aldığım psikiyatrinin mesleksel uygulamalarında bir dert bulunduğunu dile getirmeye de çalışıyorum.

Nasıl mı?

Bakın, ülkemizde ve tüm dünyada eşlerle ilgilenen, “çift terapisi” konusunda uzmanlaşmış meslektaşlarımız var. Şüphesiz, dünyadaki benzerleri gibi ülkemizdeki çift terapistleri de kendilerine başvuran çiftlere çok faydalı oluyorlar. Ama ben sözün ettiğim düşünce çizgisini izleyerek, yani ilişkiler üstüne düşünerek meslektaşlarımızın işlerinin daha da kolaylaşabileceği bir yol bulabileceğimizi sanıyorum.

Çift terapistleri “ilişki”ler konusundaki bilgisel, gözlemsel ve deneyimsel donanımları, sorunları kavrama ve çözmedeki teknik becerileri sayesinde, benim söyleyeceklerimden çıkan sonuçları zaten tedavileri sırasında uyguluyorlardır. Söyleyeceklerim belki biraz yaptıklarını ifadelendirme ve yollarını kısaltma konusunda bir işe yarayabilir.

Çift terapistleri, kendilerini meslekleri gereği bir “ilişki”nin karşısında ve içinde buluyorlar. Çiftler, onların karşısına “çift” olarak gittikleri için, onlar haklı olarak “Bunlar sahiden çift mi” diye sormuyorlar. Yok yok, kastettiğim yaşamın cirit oyununa benzer yanına dair bir işaret değil. “Nereden biliyorsunuz karşınıza gelenlerin gerçek çift olduğunu belki de her birinin gerçek eşleri başkalarıdır!” demek istemiyorum. Aklım başka yerde, bir insanın kendisini tek mi ya da çift mi olarak algıladığının psikolojik temellerinde. Düşünme tarzım çok basit: Her toplumsal ilişki gibi, çift ilişkisinde de ilişkiye bir unsur olarak katılabilmek için bir insanın o ilişkiye uygun, ilişkinin gereklerini yerine getirebilecek bir bireysel psikolojik donanıma ve bir kendilik (self) algısına (kimliğe) sahip olması gerekir. Bu nedenle “Karşınızdakiler sahiden çift mi?” diye sorarken, onlardan her birinin “çift olma”yı, bireysel psikolojisinin, kendiliğinin, kimliğinin birer parçası haline getirebilmiş mi, onları çift olarak kabul etmeden önce asıl buna bakmak gerekir demek istiyorum. Karşımızdakilerin “çift” olduklarına karar verebilmek için, yalnızca eşlerden birinin değil, her ikisinin birden “çift” olmayı kendi kimliklerinin içinde sindirmiş olduğunu görmek gerekir.

Bu kadar sözü, bugüne kadar olan mesleksel bilgi ve deneyimimizin sonucunda yaptığımız bir saptamayı, paylaşmak için söyledik: “Tek” ya da “çift” olmak, bireysel psikolojimizin gelişimi sırasında belirlenmiş zorunlu bir tercihtir. Yaşamın bir gereği olarak toplumsal roller üstleniyoruz; eş veya bir toplumsal grup üyesi rollerine giriyoruz. Ama bu rollerde oynamamız, hepimizin bu rolleri kimliğimizin bir parçası olarak yapabildiğimizi göstermez. “Rol” başka şeydir, “kimlik” davranışı başka şey…

Demem şu ki, karşımıza hangi kılıkta, kimin eşi, kimin sevgilisi olarak gelirlerse gelsinler, ne kadar çiftmiş gibi görünürlerse görünsünler bazı insanlar “tek”tir. Bireysel psikolojileri, kendilik algıları, gerçek kimlikleri asla “çift” olmaya uygun değildir. Bunlar evli, bekar, kadın, erkek, genç, yaşlı, aşık veya yalnız olabilirler ama bu görünüşler, yani rol gereği yapılanlar önemli değildir. İyi alınmış bir kişisel öykü tüm gerçekliği ortaya serer.

“Çift olmak” kişisel gelişiminde alınan yolun sonucu olarak birçok görevi, sorumluluğu yerine getirebilecek bir paylaşma ve ait olma hissi gerektirir. Kişisel yetenekleri, duygusal repertuarları, zekaları, toplumsal becerileri ne olursa olsun, insanların bir kısmı asla “çift olma”nın gereklerini yapamazlar. Daha doğrusu psikolojik gelişimleri onları böyle bir tercih yapmamaya, “tek” yaşamaya doğru itmiştir.

“Çift olmak” nasıl başarılabiliyor, bunun bireysel psikolojimizdeki kökenleri nelerdir? Birazdan bu sorulara kısa da olsa cevap vermeye çalışacağım ama daha önce, daha iyi anlaşılsın diye, şu “tek” dediklerime bir örnek vermek istiyorum. Örnekten de anlaşılabileceği gibi, aslında onlar hiç de az değiller, çevremize şöyle bir baksak, onlardan mutlaka bir tanıdığımız vardır. Onlar genellikle gündelik yaşantılar sırasında yanlışlıkla “bencil”, “sorumsuz” gibi isimler verdiğimiz kimseler arasındadırlar.

Örneğim bir filmden. “Breaking-up” (“Aşkın Sınırları”) filminde oyuncular Selma Hayek ve Russell Crowe, coşkulu bir aşk yaşayan ama asla anlaşamayan bir çifti canlandırırlar. Sık sık ayrılmaya karar verirler ama her seferinde coşkusu daha da artan sevişmelerle bir araya gelirler. Bu fasit daire, bıktırırcasına böyle sürer.

Yine bir sevişmeli-kavuşmanın gece yarısı erkek, uyuyan kadına haber vermeden kalkıp gitmek ister. Adam ayakkabısını yatağın altında ararken kadın uyanır ve aralarında şöyle bir diyalog geçer:

[K: “Lütfen gecenin bir yarısında hırsız gibi çekip gitme! Sanki korkunç bir hata yapmış, polis gelmeden gitmen lazımmış gibi... Böyle yapınca ben de seni üzdüğümü, gece yarısında boğmaya kalktığımı düşünüp suçlanıyorum. Bir kez olsun seviştikten sonra bana sarılıp güzel bir uyku uyu... Hadi gidip yatalım, sabah beraber uyanalım...”

E: “Sorunum senle değil, beni asla hayal kırıklığına uğratmadın...Asla asla asla (kadını öper)... Uyanıyorum kendime geldiğimde korkuyorum, buralardan gitmek istiyorum. Kötü bir şey olduğu için değil. Ama burada seninle beraberken başka her şey çok uzaklarda kalıyor. Ben, yaşamım, her gün yaptıklarım, kim olduğum hepsini birden kaybediyorum. Uyanıyorum, hepsi yok oluyor. Ben yok oldum, diyorum. Dönmek ve hala var olup olmadıklarına bakmak zorundayım. Hala orda mıyım bilmeliyim. Çünkü burada kim olduğumu bilmiyorum. Burada kayboluyorum.”

K: “Bu o kadar kötü bir şey mi?”

E: “Hayır sebep bu değil, kesinlikle kötü bir şey yok. Sorun bunun iyi ya da kötü olması değil ama her şeyi ele geçiriyor.”

K: “Aşkın her şeyi değiştirmesi gerekiyor, Steve!”

E: “Aşk bitebilir, ama sahip olduğum diğer şeyleri de korumalıyım. Tek varlığım aşk olursa bittiğinde ben kimim?”]

Steve, rolündeki Russell Crowe, benim tek olmayı seçmiş dediğim insanın örneğidir ve “tek” insanın iç dünyasını simgeleyen çok önemli ifadeleri dile getirmektedir.

Şimdi çift terapistleri haklı olarak diyecekler ki, bu çift bize başvursaydı, biz onların ayrılmalarını kolaylaştıracak bir yardım sunabilirdik. Kesinlikle haklılar. Ama ben olsam, çift terapisi öncesi bireysel görüşmelerde Steve’in “tek” yaşamayı seçmiş bir kişi olduğunu anladıktan sonra, Steve ile bireysel görüşmeyi yeğlerdim. Çünkü birbirlerine ne kadar tutkuyla arzu duyarlarsa duysunlar, bu insanlar, Steve’in “tek” olması yüzünden, henüz “çift” olmayı başaramamışlardır. “Çift olma” tercihi, ancak bireysel psikolojik gelişimleri sırasında, kendilikleri özel bazı donanımlara sahip olan kimselerce yapılabilir. Bu tercihin temelleri Heinz Kohut’un “ikizlik aktarımı” dediği olguya kadar gider. Sizi biraz teoriyle sıkacağım ama mecburum.

Kohut’un ikizlik aktarımı ve çift olma

Kendilik (self) psikolojisinin kurucusu olan Heinz Kohut, uzun yıllar psikanalist olarak çalıştıktan sonra, klasik psikanalizin yalıtılmış, tek kişinin psikolojisini esas aldığı için eksik ve hatalı olduğunu ileri sürmüş ve onun yerine “iki kişilik psikoloji”ye ve etkileşime dayalı dediği teorisini geliştirmiştir. Ona göre anne–bebek etkileşimi, sonraki yaşamımızdaki tüm ilişkilerimiz üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir. Bir insanı ve ilişki kurma biçimini anlamak istiyorsak, onun annesiyle olan ilişkisine yoğunlaşmalı, dikkat kesilmeliyiz.

Kohut’ın kendilik psikolojisine göre, özne (bebek) ve kendilik-nesnesi (selfobject) adını verdiği, kendiliğimizin oluşumunda temel rolü üstlenen, başta annemiz olmak üzere, içselleştirecek kadar benimsediğimiz, özelliklerini iç-dünyamıza aldığımız, bizim haline getirdiğimiz kimseler arasındaki etkileşimler, bebeğin gereksinimlerinden ortaya çıkar. Bu gereksinimler doğumda başlar ve tüm yaşam boyunca devam eder. Yeterince karşılanmamaları, kendiliği eksik ve hasarlı bırakır, ruhsal rahatsızlıklara neden olur. Bebeğin bu temel gereksinimleri üçe ayrılır: İlkinde teşhirci, büyüklenmeci gereksinimler yer alır. Çocuk, ilk kendilik-nesnesinin, ki annedir, gözünde kendine yönelik hayranlık görmek, annesinin bakışlarında kendisi için yanıp tutuştuğunu, bebeğini çok beğendiğini saptamak ister. Buna “ayna aktarımı” (“mirroring transference”) adını veriyoruz. “İdealleştirme aktarımı” (“idealising transference”) ise bebeğin bir başka gereksinimine dayalıdır. Bebek idealleştirebileceği bir ebeveyn imgesine gereksinim duyar; anne babasının herkesten akıllı, güzel, kuvvetli olmasını bekler. Üçüncüsünde ise bebeğin gereksinimi, birlikte olabilmektir; arkadaşları, kardeşleri, akranları ile birlikte görkemli olmak, onlar gibi olmak, birlikte başarmaktır. Bu tür gereksinimlerden köken alan etkileşimlere “ikizlik aktarımı” (“twinship transfrence”), bu sırada yapılan psikolojik faaliyete “ikizleme” denir. Kohut, bu üçüncü tür aktarımı diğerlerinden daha sonra ifade etmiş, ama tam olarak neyi kastettiğini anlatamamıştır. Bu nedenle diğerleri kadar açık net değildir, dağınık ve parça parçadır, daha sonra onu izleyenler tarafından yorumlanmaya çalışılmıştır.

Kohut, “ikizleme”nin de aynalama ve idealleştirme gibi hastanın daha bütün, uyumlu ve canlı olmasını sağladığını öne sürer. “İkizlik aktarımı”nda nesneyle birincil özdeşimdekinden, yani bebeğin kendisini anneyle ilk aylarda tamamen aynı hissettiği durumdan farklı olarak bir benzerlik kurulması esastır. Bu aktarım kaynaşmanın köken aldığı evreden daha sonra ortaya çıkan ve yani görece daha olgun bir başka gelişimsel evreden köken alır ve nesneye dair ayrıntılar daha belirgindir; kendilik, nesnenin bir dereceye kadar kendinden ayrı bir insan olduğunun farkındadır. Kendilik, nesnesini kendi bastırılmış mükemmelliğinin ayrı bir taşıyıcısı olarak görür. İkizleme sayesinde “birlikte” olduğumuz kimsenin bizden ayrı ama bize benzer olduğunu kabul etmeyi öğrenir, onunla olmakla gurur duyarız. Yine karşımızdakinin yerine kendimizi koyabilmemiz, başkalarıyla duygusal deneyimlerimizi paylaşabilmemiz ikizleme ile mümkün olur.

Kohut, bu kavramı anlatırken bir de “sessiz mevcudiyet”ten bahsetmiş, “birlikte olma”nın önemini vurgulamıştır. Küçük bir kız mutfakta annesinin yanında sessizce durur ya da küçük oğlan çalışan ya da tıraş olan babasını sessizce izler. Çocuk ikizleme sayesinde ebeveyni gibi hisseder, böylece ebeveyni gibi olmak ister. İkizlik hissi, adeta idealleştirme ve özdeşleşmenin bir karışımı, onların daha gelişmiş bir halidir.

Kohut, “ikizlik aktarımı” kavramıyla bağlılık ve aidiyeti de anlayabileceğimiz kanaatindedir. “Anlamlı bir öteki” ile kendimize ait bir boşlukta; onaylanma, değer verilme, saygı görme deneyimlerini paylaşmak aidiyet hissini oluşturacaktır. Kendimize ait bu boşluk bizi sınırlamaz, şekillendirmez tam tersine kendimiz olmamızı ve gelişmemizi sağlar. Ait olma hissi, temel bir motivasyondur ve ait olma gereksinimini anlamak, kişiler arası davranışları ve grup davranışlarını anlamamız için bir başlangıç noktası oluşturur.

Bu parçaları bilgileri değerlendirdiğimizde, bize göre, çift olabilmek de, Kohut’un “ikizlik aktarımı”yla bağlantı içinde ele alınabilir. Çift olabilmek, ikizlemenin özel bir konfigürasyonu sonucu başarılabilmiş, ikizini (eşini) sürekli idealleştirebilmeyi ve hem onunla özdeşleşip hem kendini ondan ayrı görebilmeyi gerektiren bir durumdur. Bir başka deyişle, çift olabilmeyi ancak sağlıklı bir ikizleme işlevini becerebilen bir psikolojik donanımımız varsa başarabiliriz.

“Çift olma” tercihi, büyük olasılıkla ergenlik boyunca, karşı cinsle ilişkinin sevgililik, arkadaşlık düzeylerinin araştırılması sırasında yapılır. İkizlik aktarımıyla ilgili bebeklik ve çocukluk yaşantıları boyunca elde edilmiş olan donanımın neden olduğu zorunlu bir yaşam tercihidir “çift” olup olmamak. Bu donanımın sonucu olarak, ergenlik döneminde, arkadaşlık ve sevgililik türleri hakkında araştırma yaparken insan, çift olmanın sorumluluklarını, gerekliliklerini yerine getirip getiremeyeceğini de görür ve kendisine ona uygun bir ilişki rotası çizer. Tüm bunlar, tıpkı bir kimliğin oluşumu gibi, olmadan önce fark edilmeyen, kendini ele vermeyen, bir anda oluveren bir şekilde gelişir. Bir kez kendilik algısı, çift olma kimliği geliştikten sonra, o kişi ister yalnız yaşasın, ister evli olsun, ister sorunlu ister başarılı ilişkiler sürdürsün artık “çift”tir. Ya da kendilik algısında, kimliğinde çift olmanın gerektirdiği donanımlar yoksa, o sırada icra ettiği toplumsal rolü ne olursa olsun, o kişi “tek”tir. Yani bizim burada anlatmaya çalıştığımız, “tek” veya “çift” olma halleri, psikolojimizin konumunu tanımlamaya çalışır yoksa gerçek yaşamda yanımızda birisinin olup olmamasıyla ilgisi yoktur. Bir insan psikolojik olarak “çift” olma özelliklerine sahip olduğu halde, kendisine çeşitli nedenlerle uygun bir eş bulamamış olabilir veya tam tersine, bir insanın psikolojisi tamamen “tek” özelliklerine sahip olduğu halde, bu kimsenin birlikte olduğu kimse(ler) olabilir.

Elbette bu tür bir “tek”, “çift” ayrımı bize kişilik bozukluklarında görülen tabloları da yeniden gözden geçirme imkanı sunar. Örneğin antisosyal, şizoid kişilikler “tek” olmanın ağır patolojik görünümleri, bağımlı, mazokistik kişilikler de “çift olma” ağır patolojik formları olarak ele alınabilirler. Ama şimdi biz bunlarla ilgilenmeyecek, “tek” dediğimiz kimselerin kimler olduklarını anlayabilmek için “tek” olmanın en çok karıştığı kişilik organizasyonları üzerine odaklanacağız. Hemen belirtelim ki, mevcut bilgilerimiz ışığında, psikolojisi “tek” olmanın özelliklerini gösteren kişiye, yalnızca bu özellikler nedeniyle ruhsal rahatsızlığı var, diyemeyiz.

Müzmin “tek”ler ille de narsistik değildir

Tercihini “tek” olmaktan yana yapmış bir psikolojik organizasyonun en çok karıştığı kişilik tablosu, narsisistik kişilik organizasyonudur. Narsisistik kişilik organizasyonunda psiko-gelişimsel sorun, Kohut’un “kaynaşma evresi” dediği yaşamın ilk dönemlerinde yani çok daha derindedir. Şimdi çok tanınmış bir narsisistik filozofun yaşamından örnek vererek, bu iki psikolojik organizasyonun, yani “tek” olan insan ile (ki biraz önceki örneğimizde bunlardan birisi Steve’dir) narsistin birbirinden farkını göstermeye çalışacağım. Filozofumuz, ünlü Schopenhauer’dir.

Bugün bireyci ve hedonist bir popüler yaşam felsefesinin içinde yaşarken bize çok tuhaf gelse de aslında kolayca es geçilemeyecek, zamanının Nietzsche dahil tüm düşünürlerini etkilemiş bir felsefi bakışa sahiptir Schopenhauer. Bu nedenle olsa gerek, son terapi-romanında, yaşamın anlamı konusunda Schopenhauer’le hesaplaşmak zorunda kalmıştır Irvin Yalom. Onun karamsar, isteklerden uzak kalmayı öneren felsefesinin etkisi tartışılmazdır ama ciddi bir narsisistik kişiliğe sahip olduğu da…

1788’de Danzig’te, zengin bir tüccarın ve kocasından yirmi yaş küçük, aklı havada, oldukça sosyal bir annenin oğlu olarak doğan düşünür, insan varoluşunu bir tür hata olarak niteler; “Bugün kötü, yarın daha da kötü olacak, en kötüsü olana dek böylece sürüp gidecek… Bu dünya sevgi dolu bir yaratıcının değil, varlıklara ıstırap çektiklerini görmek için can veren şeytanın eseridir” der. Babası muhtemelen ağır bir depresyondan muzdariptir ve düşünür on yedi yaşındayken intihar eder. Tüm miras Schopenhauer’a kalır ama o yine mutlu değildir. İngiltere ve Fransa’da gördüğü eğitimin ardından felsefe hocalığına başlar. Hayat gibi kadınlardan da nefret eder. Bir gün bir pikniğe gidiyorken, bir arkadaşının yanlarına birkaç kadın almalarını önermesi üzerine, böyle beyhude işlerle uğraşan arkadaşıyla olmamak için geziyi iptal eder. Bir yandan kadınların kendisini arzulamasını ister ama bir yandan da “Yalnızca cinsel güdülerle bulanıklaşmış erkek zekası, bu ufak tefek, dar omuzlu, geniş kalçalı ve kısa bacaklı cinsi, cins-i latif diye adlandırır” demekten de geri kalmaz. “Ne zaman öğreneceğim… Opera için teleskop, tavşan avı için havan topu ne kadar fazlaysa, günlük hayat meseleleri için de benim aklım ve ruhum o kadar fazla!” diye kendisini hep uyarır.

Dehasından emindir: “Karşımdaki kadın ve erkeklerle, küçük bir kızın oyuncak bebeğiyle konuştuğu gibi konuşuyorum. Beni anlamadıklarından eminim ama küçük kız gibi bilinçli biçimde kendimi aldatarak keyif almaya çalışıyorum.” “Bir dahinin hoş sohbet olması mümkün değil. Hangi diyalog dahinin kendi monologundan daha zekice ve eğlenceli olabilir ki?” Özellikle ünü yayıldığında birçok kadının ona hayran olduğu gerçektir; yaşamı boyunca iki kadına aşka benzer şeyler hisseder ama hem reddedilir hem de dünyasını istekler ve yanılsamalarla kirletmek istemediğini söyler. Zaten romantizm de yanılsamadan başka bir şey değildir. Kadınlar ve erkeklerin birbirleriyle ilişkiye geçmelerindeki amaç, ne iletişimsel ne cinsel rahatlama, ne birbirini anlama ne de eğlencedir. Kadınlar ve erkekler, hiç farkına varmasalar da aslında yalnızca sağlıklı çocuklar yapmak için birbirlerini ararlar. “Neden bu adam, neden bu kadın?” sorusunun cevabı da bu sağlıklı kuşak arayışından başka bir yerde aranmamalıdır.

Bu enteresan düşünceleri bir yana, Schopenhauer’in konumuz açısından önemi, şu veya bu nedenle, müzmin bir tek olarak bir ömür sürmüş olmasıdır. Ama o yalnızca müzmin tek değil, aynı zamanda bir narsisttir. Ya da narsist olduğu için “tek”tir ve yalnızca “tek” olan Steve’den oldukça farklıdır. Bu ayrımı iyi yapmamız, hem “tek” ruh halini iyi anlamamız, hem de “tek” olanları hemence hasta diye nitelemememiz açısından önemlidir.

Herkes “çift” olamaz tıpkı herkesin dost olamadığı gibi

Madem Schopenhauer nedeniyle felsefeye geldik. Burada biraz duralım. Zaten bilimsel olarak tam açıklamadığımız bilimsel niteliğe uygun kavramlar üretemediğimiz zaman, bize ışık tutması için felsefeden yardım istemeliyiz. “Tek” ya da “çift” olma meselesinde de böyle bulanık bir noktadayız. Dostluk konusunda felsefede söylenenler de, sanki bu “tek”, “çift” seçimlerini daha iyi anlama konusunda işimize yarayabilirlermiş gibi duruyorlar.

Felsefeciler, insan ilişkilerini, kabaca “kişisel olan” ve “kişisel olmayan” diye ikiye ayırır. Kişiselliğin ölçüsü, bir ilişki içinde, insanın diğeriyle, bir rol ya da gereksinim gereği olarak değil de, benzersiz bir birey olarak ilişki kurmasıdır. Gerçek dostlukta ise, karşılıklı ve gönüllü olan yakın kişisel ilişkilerin çok özel bir düzeyi söz konusudur. Yine felsefeciler ilişkiler gibi değerleri de “araçsal” (dışsal) ve “içrek” olmak üzere iki bölümde ele alırlar. Bir tek ya da birkaç amaca hizmet eden değerler, “araçsal” olup örneğin para bu gruptandır. Daha büyük sayıda değerle kopmaz bir biçimde bağlantılı olan, onları destekleyen, katkı veren değere ise “içrek” denir. Hizmet ettikleri herhangi bir özgül değer ya da amaç göremesek de onların değerli olduklarını biliriz. Sağlık ve kişisel ilişkiler bu değerler grubundandır; içrek değerler, iyi bir hayatın yapıtaşıdır.

Evet, kişisel ilişkiler, özellikle yakın kişisel ilişkiler içrek olarak değerlidir ve yaşamımızda merkezsel bir öneme sahiptirler. Yakın ilişkilerden yoksun, değerli bir insan hayatı düşünebilmek neredeyse imkansızdır. Yakın ilişkilerden bazıları vardır ki, çok özel önemdeki başka değerleri de destekleyerek kişisel ilişkiyi vazgeçilmez gerçek dostluğa dönüştürürler. İlişkiyi sağlam bir dostluğa dönüştüren bu özellikler, a) bireyin mutluluğunu artırma, b) ilişki içinde olanların öz-değer duygusunu yüceltme, c) bireyin kendisine ait bilgisini artırma ve d) karakter –özellikle dürüstlük, nezaket, empati, hoşgörü gibi ahlaki özellikler- geliştirme eğilimidir. Elbette sağlam bir gerçek dostluk için, vazgeçilmez nitelikte olan özelliklerden birisi de ilişkideki bağda samimiyetin bulunmasıdır. Samimiyetten kastımız, iki kişinin düzenli olarak kendileri hakkındaki önemli bilgileri paylaşabilmesi ve bu paylaşmayı mahremiyet içinde, duyarlı bir biçimde ve güvenle yapabilmeleri halidir. En iyi ilişkiler, yani dostluklar, iki tarafın kişilik özelliklerinin değerli yakın ilişkilere, samimiyet bağı içinde katkıda bulunduğu ilişkilerdir.

Aristoteles, ünlü “Nikomakhos’a Etik”inde dostluk türlerine değindikten sonra, gerçek mükemmel dostluğu herkesin kuramayacağını söyler. O’na göre yalnızca iyi, karakter sahibi kimselerin mükemmel, gerçek dostluklar kurabilirler. Şimdi biz Aristoteles’in bir benzetmesinden yola çıkarak (“Aynı anda birçok kişiye aşık olmak nasıl olası değilse, birçok kişiyle mükemmel dostluk kurmak da olası değil”) aslında burada gerçek dostluk ve dostlar için belirtilen niteliklerin, “çift” olmayı başarabilenler için de geçerli olduğunu söyleyeceğiz. Gerçek dost olmakla gerçek çift olmak, aynı türden psikolojik donanımları gerektirir. Biraz önce yaptığımız narsisistik kişiliklerle, “tek” olmayı seçenler arasındaki ayırıcı tanıyı şimdi “çift” olmayı becerebilen ve beceremeyenlere doğru genişletebiliriz. “Tek” olmayı seçenler, aslında psiko-gelişimsel olarak onlardan ileride olsalar da narsisistikler ve diğer kişilik bozuklukları gibi psikolojik donanımları, dost olmaya ve çift olmaya maalesef elverişli olmayanlardır. “Tek”ler, kişilik bozukluklarından farklı olarak, toplumsal roller üstlenebilir, kişisel ve yakın kişisel ilişkiler kurabilirler ama becerileri çift olmaya ve bunun yanı sıra çoğu zaman dost olmaya yetmez.

Ama yine de erişkin insanların büyük çoğunluğunu sağlıklı “tek”ler ve sağlıklı “çift”ler oluşturur demek zorundayız. Çağdaş psikiyatri sınıflamaları böyle buyuruyor.

Leave a Reply