Konuşmak Ne Zaman İyi Gelir?

Bir arkadaşınızı sevgilisi terketmiş. Bir süredir, asık bir suratla
evinde oturuyor, bir iş yapmıyor. Arada dalıp, gidiyor. Telefon
ediyorsunuz, “birlikte sinemaya gidelim”, çıkınca kıyıda bir yerde
oturup çay içiyorsunuz. “Biraz konuşmak istemez misin?’ diyorsunuz.
Gözleri dolarak anlatıyor. Biraz sonra, yüzündeki gerginliğin hafiflemiş
olduğunu görüyorsunuz. Aklınıza bir soru gelebilir, “Ben psikoterapi mi
yaptım yoksa?” Bir bakıma, evet. Onu dinlediniz, sıkıntısına ortak
oldunuz, yükünü hafiflettiniz. Bir bakıma, hayır. Kelimenin asıl
anlamıyla, formel (yani ‘usulüne uygun’) psikoterapi bu kadar değildir.
Ne kadar olduğunu tartışmadan önce, bu konuyu ele almayı aklıma getiren
bazı olguları anlatmak istiyorum.

Amerikalılar Batı’da pek çok şeyde olduğu gibi, psikiyatride de
belirleyici bir rol oynuyorlar. Hatta, çoğuna göre bu bir rol filan
değil, basbayağı belirliyorlar. Kanıtlardan birisi, “Nobel ödüllerinin
%70-80’i Amerikalılara gidiyorsa bunun bir anlamı yok mu?” 1970lerin
ortasına kadar, Amerikan psikiyatrisinde psikodinamik ekol adı verilen,
Freud ve yetiştirdiklerinin izleyicileri egemendi. Psikiyatristlerin en
önemli tedavi araçları psikoterapiydi; psikanalitik teori ve
uygulamaları eğitimin belkemiğiydi. Sonra işler değişmeye başladı. Beyin
araştırmaları, moleküler biyoloji, genetik ve psikofarmakoloji alıp
başını, gitti. Psikiyatri, kurumsal tıp bünyesindeki yerini
sağlamlaştırmak, genişletmek için isteklendi.

“Yeniden tıbbileşme’diyebileceğimiz bir eğilim psikiyatri saflarını
sardı. Sonuçlardan biri, psikoterapiye artık ihtiyaç duyulmayacağı,
psikiyatrini kendine ayakbağı olan dinamik ekolü tasfiyesi, gerektiği
idi. Amerikan Psikiyatri Birliği 1987 dönemi başkanı Dr Pasnau’ya göre
“yeniden tıbbileşme kesinlikle indirgemeci bir biyolojik yaklaşımı
içermiyordu”. Zaten, “biyolojik, bilimsel psikiyatri diye ayrı bir
yönelim kabul etmek, sanki daha önceki psikiyatri hiç bilimsel ve
biyolojik değilmiş gibi bir anlam taşıyor ki, bu çok saçma”. Pasnau’nun
görüşleri, dinamik ekolü işe yaramaz gevezelikle suçlayan mutlak
biyolojik yaklaşımın tıkanıklığını dile getiriyor. Psikiyatri, bütün tıp
dalları arasında hastayı sadece hastalıktan ibaret görmemek, onu bir
bütün olarak değerlendirmek gibi bir ayrıcalığa sahipken, bu ayrıcalığı
tepmek pek akıllıca değil. Çevresel, ailevi, toplumsal ve ruhsal yapıya
ait etkenleri biyolojik ve genetik etkenlerle karşılıklı etkileşim
içinde kavramak, psikiyatrinin temel yaklaşımı. Biyolojik ve ruhsal
olanın sanki birbirlerine karşıt öğelermiş gibi alınması, ara dönemde
psikoterapinin gerilemesine neden oldu. Oysa biyolojik ve ruhsal
düzeyler birbirine karşıt olmak şöyle dursun, tamamen karşılıklı ilişki
içinde birbirinden kopuk olmayan iki düzlem. Durumu, “aynı temanın
farklı formlarda ifadesi’ gibi görenler var.

Psikoterapinin gerilemesindeki faktörlerden biri de pahalılık sonucu
sağlık sigortalarının bu “lüks” ten desteklerini iyice çekmeleri oldu.
Pahalılık iki yönlüydü. Hem birim fiyatlar oldukça yüksekti, hem de
terapiler yıllar ve yıllar sürmekte, fiyatlar iyice katlanmaktaydı.
İnsanlar zamansızlaştılar ve parasızlaştılar. Problemlerinin bir an önce
hallini istiyorlar, bu işe eskisi kadar para ayıramıyorlardı. Ama bu
kriz bir bakıma, psikodinamik ekolün ‘aklını başına getirdi’. Daha
yoğun, hedefe yönelik tedavi teknikleri geliştirildi; pratikteki bazı
yozlaşmalar göze battı ve üstlerine gidildi. Yeni ve saygın akımlar
dünyaya geldi (Benlik Psikolojisi gibi Freud’dan temel alan, ama oldukça
değişik, ya da Kognitif Terapi gibi davranışçı akıma yakın). Her ne
kadar ücretler düşürülmediyse de, kendini tehdit altında hissedenlerin
yapacağı her şey yapıldı. Biyolojik yöntemler, psikodinamik yönelimlerin
gündemine geldi; Freudçu-olmayan tedavi teknikleri daha ciddi ve alıcı
gözle değerlendirilmeye başlandı. Sonuçta psikodinamik ekol, yitirdiği
saygınlığını tekrar kazanıyor. Psikiyatristler giderek
eklektikleşiyorlar; artan bir hızla psikoterapi eğitimine dalıyorlar.
Hemen şunu belirteyim, burada ‘psikoterapi’ deyince ‘dinamik’ başlığı
altında toplanan psikanaliz kökenli psikiterapileri kastediyorum. Diğer
psikoterapi ekollerinden davranışçı yaklaşım ayrı bir yazı konusu olacak
denli önemli ve farklı bir yöntem. Yine davranışçı tedaviden çok
etkilenmiş olan, dinamik renkler de taşıyan kognitif terapi özellikle
psikiyatristler arasında da giderek yaygınlaşan bir diğer önemli ekol.

Psikoterapi pek çoklarınca bir yolculuğa benzetilir. İç dünyaları keşfe
yönelik bir yolculuk. Yeni alanların keşfedildiği, araştırıldığı,
‘hasta’nın daha önce hiç gitmemiş olduğu yerlere gittiği, uzun ve zor
bir yolculuk. Hastanın bu yolculuktaki yoldaşı da terapistidir.

Tanımlama yaparsak, psikoterapi, konuşma ve yorumlama yoluyla hastanın
problemlerine ve semptomlarına terapist ve hastanın birlikte açıklamalar
ve anlamlar buldukları bir süreçtir. Bu süreçte hasta, terapistin
yardımıyla, bilinçli ve bilinçdışı düşünce ve duygularını, geçmişteki ve
bugündeki yaşantılarını araştırır, duygusal çatışmalarını ve kişisel
sıkıntılarını bir çözüme kavuşturmaya çalışır.

Kişiler psikoterapiye nasıl girerler? Öncelikle, çözülmesi gereken bir
sorun olduğunun kabülü gerekiyor. Bu, her birey için farklı olabilir.
Örneğin mutsuzluk, sıklıkla normal bir tepkidir. Hayatında zaman zaman
mutsuz olan her kişinin, psikoterapiye ihtiyacı var demek abes kaçar.

Ama... “Düzenli gördüğüm bir terapistim yok” demenin nerdeyse ayıp
kaçtığı ABD dışında, düzenli psikoterapi ilişkisi garipsenir hala. Bir
yabancıya sorunlarınızı anlatmak akıl işi gözükmez. Psikoterapi hakkında
İngiltere’de yayımlanmış bir kitapta, “Biz Yorkshire’lı kadınlar, bir
sorunumuz olduğunda bunu kocalarımıza anlatırız” cümlesi geçiyor.
Garipseyenlerin, ortaya çıkan olaylar karşısındaki tepkileri de
gariptir. Kendisini öldüren bir dostun arkasından, “Aa, bu kadar büyük
derdi olduğunu bilseydik” boşanan bir çift için de, “Ne kadar mutlu
gözüküyorlardı” diyebilirler.

İşin acı yanı, insanların kimseyle konuşamamaları, kendilerini olduğu
gibi dinleyecek birilerini bulamamaları. Her ne kadar psikoterapist
arkadaş değil bir yabancıysa da, buradaki dostça ilk adım terapinin
uvertürü sayılabilir. Psikoterapinin arkadaşlıktan en temel farkı,
hedefin sonunda ayrılmak olmasıdır. Sıkıntının nedeni bazen çok aşikar
olabilir, kişi nedenle başa çıkmayı öğrenmek için yardım ya da destek
istemektedir. Bazen sıkıntı için görünür bir neden yoktur, daha uzun
çaba gerektiren bir anlama süreci vardır.

“Burada, bu odada, şimdi bana söyledikleriniz, hayatınız ve onun size
ifade ettiği anlamdır” Psikoterapinin aleti, esas olarak, sözcüklerdir.
Freud’ a göre sözcükler başlangıçta sihirdiler ve günümüze kadar eskil
sihirli güçlerinin büyük bölümünü korudular. Zira, sözcüklerle (birisi)
bir başkasını müthiş mutlu kılabilir ya da derin bir umutsuzluğa
sürükleyebilir. “Söylenenler, yani sözcükler, yanısıra takınılan
tutumlar, vücut ve yüz hareketleri de daha tali olmakla birlikte,
psikoterapistler için anlamlı olmakta…

Psikoterapi için başvuran kişilerin problemlerinin adları başvuranların
sayısıyla eşittir, en azından. Günümüzde psikiyatrik tanılar, bilimsel
araştırma ve istatistiklerde nesnellik ve kolaylık için elzem olmakla
birlikte, günlük klinik uygulamada işin çehresi değişiyor. Anlamsızlık,
amaçsızlık ve boşunalık duyguları, dış dünyası son derece mükemmel
gözüken pek çok ‘başarılı’ kişinin iç dünyasını dolduruyor. Bu durumu
bir ‘tanı’ ile adlandırmak ne ölçüde anlamlı? Diğer yanda, psikoz tanısı
konmuş kişilere psikoterapi uygulanamayacağı düşüncesi sıkı bir
tartışma konusu. Psikozun aktif dönemi geçip de hasta gerçeklikle
bağlantısını tekrar kurduğunda psikoterapilerin, özellikler grup
tedavisinin çok yararlı olduğu genel kabul görüyor.

Bir röportaj sırasında, Woody Allen’a bir soru : “20 yıldan sonra
analiziniz artık nasıl gidiyor”? Cevap : “Ağır ağır”. Soru: “E, peki, ne
yapmayı düşünüyorsunuz?” Cevap: “Terapistime bir yıl daha şans
tanıyorum”. Psikoterapinin süresi hedeflere göre oldukça değişken. Ancak
kısa süreli bir tedavi olmadığı malum. Psikoterapinin sonunda neler
oluyor? Özellikle son onbeş yılda alanı nesnel bilgilere göre
yönlendirmek amacıyla yapılan kontrollü çalışmalara göre, başvuranların
çoğunun semptomları gideriliyor. Bir kesim hayatla başa çıkmak, hayatı
daha iyi yaşamak için daha iyi donatılmış olduğunu düşünüyor. Birçok
kişi, bugün ve dün arasındaki bağlantıları kurmuş oluyor, yadaşıklarının
farkına varıyor.

Yazının başındaki, şu sevgilisi terk eden arkadaşınıza dönelim.
Üzüntüsü, sıkıntılı hali sizin desteğinize rağmen sürdü ve bir terapiste
başvurdu. Terapi ona neler getirebilir? Bu ayrılığın doğurduğu duygular
hakkında konuşmak, onları irdelemek giden sevgiliyi geri getirmeyecek,
tabii ki. Geri gelse bile bu terapinin hikmeti değil. Ama, arkadaşınız
gerçeklikle yüzyüze geldiğinde, yitirdiği kişi için açıkça ve gerçekten
üzülecek. Üzüntüsünü tam olarak yaşayabilecek. Belki de terapi
sürecinde, ilişkisinin neden sona erdiğini anlayabilecek, bunda
kendisinin ve insanlarla ilişki biçiminin ne gibi bir rol oynadığını
görebilecek. Sonraki ilişkilerinde acı çekmeyecek ve daha “iyi”
ilişkiler kurabilecek, belki de. Hepsi bu (1988).

* 1988 tarihli bu yazının, bir çok başka yazıda olduğu gibi Engin
Geçtan’ın izini taşıdığını dikkatli okurlar görebilirler. O yıllarda
Engin bey’in psikoterapi süpervizyonu verdiği asistan doktor olarak
kendisinden ve yaşama bakış açılarından etkilenmemem pek mümkün değildi.
Bu ve benzer yazıları Söz Uçmuş Yazı Kalmış adlı kitabımda topladım
(Doğan Kitap, 2011)

Leave a Reply