İnsanî çığlığın en çok hissedildiği yerler psikiyatri muayenehaneleri

Söyleşi: Metin Erol, Kübra Baysal

Hocam, öncelikle söyleşi isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Dokuz Yüz Katlı İnsan ve Nefs Psikolojisi kitaplarınız şekil için çok kıymetli. İnşaAllah arayanları, keşfedeceklerdir. Duamız o ki arayanları çoğalsın… İlk sorumuz sizinle dertleri benzeşen bir meslektaşınız üzerinden… Sudan’lı psikiyatr Malik Babikir Bedrî, 1979 tarihli, Müslüman Psikologların Çıkmazı kitabında, Batı’da eğitim alan bir Müslüman psikologun, kendi ülkesine döndüğünde çok temelli bir sorunla karşılaştığından bahsediyor. O, bir psikolog olarak Batılı adamın psikolojik meselelerine aşina oluyor fakat bunlar bir Müslüman’ınkilere benzemiyor. Çünkü Müslümanlar Batılıların psikolojik hastalıklarına düçar olmuyorlar. Ne söylersiniz Hocam? Bugün için bu vaziyet hâlâ böyle mi? Bizimki gibi Müslüman ülkeler, nefslerini hasta etmek konusunda Batılıları mı benzedi? Yoksa yeni durumlar mı gelişti?

Biz Türkler için etno-psikiyatrik farklılıkların Sudanlı meslekdaşımız Malik Babikir Bedrî nin temas ettiği oranlarda olmadığını düşünüyoruz. Yani psiko-patolojinin yaygınlığı ve tezahür şekli batı dünyasına benzer özellikler gösteriyor. Depresyon, evham, bir veya çift kutuplu mizaç hastalıkları, şizofreniler, sahıslık rahatsızlıkları biz de de aynı. Belki bağımlılıklar (alkol ve madde) konusunda daha olumlu bir konumdayız fakat yeni çıkan sanal bağımlılık ta maalesef batı dünyasından geri kalan tarafımız yok.

Paul Johnson, Entelektüeller kitabında, hümanizma düşüncesi sonucunda peygamberin yerine entelektüelin konulduğunu belirtiyor. Ona göre bu tipin ilk örneği de Jean Jacques Rousseau. Klasik zamanların düşünür tipini nasıl Rousseau nasıl bulanıklaştırmışsa, Marcel Duchamp da fotoğraf sanatına Pisuar’ı taşıyarak, ressam kişiliği eşcinsel olmakla payelendiren Andy Warhol’un önünü o yolla açıyor. Freud için adam denen canlı varlığı sadece kendi benliğinden bilerek benzer bir işlevi gördü diyebilir miyiz? Bu halleriyle Rousseau, Duchamp ve Freud alanlarına ağırbaşlı ayrık otları tohumları serpmiş olmuyorlar mı? Bizlerse sizlerin, psikoloji, psikiyatri ilimlerinin toprağını ayrık otlarından temizleme gayreti içinde olduğunuzu görüyoruz. Ayrık otlarını temizlemekle kalmıyor yeni tohumlar da ekiyorsunuz. Bu dert sizlere ne vakit duçar oldu. Hangi güç sizi böylesi bir güç bir iş için kolları sıvamaya itti? Hangi ayrık otlarını temizlediniz? Daha temizlenmesi gereken hangi cin ayrık otları mevcut?

Her Hakk din bidâyetinde tevhîd inancını tebliğ eder, bu manada Resuller arasında fark yoktur (Bakara Sûre-i Tayyibesi Âyet-i Kerîme 285). Resullerin vasıtayı oldukları tebliğ ise sayfalar veya "kitap" halinde insanlara sunulur. İşte değişik sebeplerle bu kitap tahrif olduğunda (bozulduğunda) tevhîd den de kopulur, yani adam vehminde mutlak "birlik" dağılır. Bunun en esef verici misali, "Ehad" olan Rabb'ul Âleminin (Ehad, sayılar ötesi mutlak birlik demektir) Hristiyan inancında teslis mevhumu (baba, oğul, mukaddes rûh) ile parçalanmış olmasıdır. Fakat din kurumu ne derse desin, fıtratlarında tevhîd akidesi üzerine yaratılmış olan insanlar, şuurlu veya şuurdışı tesirlerle bu durumu kabul edemeyip, bağlı oldukları bâtıl dinden kopar ve yeni bir din arayışına girerler. Bu vetireyi (süreci), nihai 400 senede Hıristiyan dünyasında gittikçe artan oranlarda izleriz. Protestan arayışı bir süre için alternatif bir çıkış sunsa bile, nihayetinde o kapı da artık geçit vermeyince, bu sefer adam aklına sığınır ve filozoflar, psikolog, psikiyatrlar, ideologlar ya bir kurtarıcı/peygamber rolünü üstlenir veya kendilerine karşın o konuma getirilirler. Bu manada aydınlanma hareketi esnasında zuhur etmiş, Rousseau, Nietsche, Schopenhauer benzeri filozoflar, Freud, Jung gibi psikiyatrlar, Marx, Lenin, Mao gibi ideologlar hep birer kurtarıcı "peygamber" olarak telakki edilmiştir. Din kurumunun asli görevi, adamın tekâmül ve yükselme (inkişâf/i'tilâ) yolunu açmaksa, doğal ki insanlar bu beklenti içersinde buralara yönelirler. Ama gene "felah" (bir engeli yarıp geçme manasında kurtuluş) yaşanmazsa, buhran daha da artar ve kaos belirir (post-modernizm). İşte biz âcizâne bu süreci İslâm ve tasavvufa dayanan "maneviyat veya nefs psikolojisi" aracıyla anlamaya çalışıyoruz. Bir psikiyatr muayenehanesi bu insânî çığlığın en yoğun hissedildiği yerlerden birisidir ve bu vaziyet üzerine tefekkür etmemek, çareler aramamak, büyük vebal getirir.

Biz sizi ve sizi izleyen emeğinizin geçtiği meslektaşlarınızı, biraz evvel ismini andığımız Bedrî’nin “Kertenkele Çukurundaki Müslüman Psikolog” ifadesinde anlamını bulan çukurdan, Müslüman psikolog ve psikiyatrları çıkarmaya çalışanlar olarak görüyoruz. Ama tam olarak durumumuz nedir bilemiyoruz. İnsanlık hadisi şerifte dile gelen “kertenkele çukuru”na nasıl ve ne sebepten girdi? Batılılara benzeyip onların girdiği “kertenkele çukuru”na girenleriz hepimiz. Psikoloji alanında bu vaziyet nasıl oldu? Batı’da kendi seyri içinde bu süreç nasıl işledi? Bizde nasıl oldu?

Çukur veya "esfele safilîn", aşağıların aşağısı varoluş mümkünatı (Tin Sûresi) adamın fıtri yapısında (yaradılışında) mündemiçtir. Hakk din, adamı bu "ahlakı reziliyye" den ahlakı hamidiyye ye (övülmüş ahlak)" yükseltir, yani çukurdan kurtarır. Batı psikolojisi bazı doğruların yanısıra, spekülatif, uyduruk bilgiler üzerine inşaa edildiği için adamı bu "çukur" dan kurtaramaz. En mühim eksikliği, güzel ahlakın, nefs binasında tekâmül (olgunlaşma), yükselme için bir lüks değil, zaruret olduğunu bilmemesidir. Bu bilgisizlik "ahlaki rölativizm" ismi altında pazarlanır ve ferdileşme (individuation), kendini gerçekleştirme (self-realisation), kendini güncelleştirme (self-actualisation)...gibi alt mevhumlarla süslenir. Peki sonuç ?  Bütün akıllı uygarlık analizleri, sosyolojik parametreler bu sistemin çoktan iflas ettiğini ispatlar, bu uygarlık hem kendi gemisini batırırken hem de ona uyan insanlığı ardından sürükler. Bu gidişat hem cehaletten kaynaklanır fakat hem de politik amaçlı uzun vadeli bir planın parçasıdır, kadîm Hrıstiyan/Musevi çatışmasının dünyaya yansımasıdır. Aile, baba otoritesi yok edilirse insanlar daha basit denetim edilirler (Kevin McDonald, The Culture of Critique). Peki bize ne oluyor da bu traji-komedinin bir parçası oluyoruz ? Akl-ı selîm (sağduyu), vicdan sahibi bütün psikolog, psikiyatr, sosyologların sadece etraf için değil, kendi çocuklarının geleceğini kurtarmak için bu sorun üzerine teksif olmaları (yoğunlaşmaları) acil bir zaruretdir. İlk hedef nefs yapısını ve dinamiğini (o yapıda hüküm süren kural ve kanunları) tahkik etmek ve idrak etmekten geçer.

 ‘Benlik ve Ruh’ kitabında (alt başlığı ‘Modern Batı’nın Anlam Arayışı’ şeklinde) John Carroll, bir Batılı olarak anlamın kaybı ve yeniden aranması hususlarında bazı problemleri tespit etmiş gibi geldi bize. Tespitlerinden biri Batı adamın ‘anlam’ arayışıyla ilgili. Sizce, Batı, ‘anlamı’ nerede ve nasıl aramıştır? Buna kıyasla Müslümanlar için ‘anlam’ arayışı mevcut mıdır? Yoksa Müslüman’a yaşamın anlamı verilmiş midir? Verili bu anlamı, kendi nefsi içinde arayıp bulmaya mı çabalar Müslüman? 

İnsan kabına sığmayan bir varlıktır ve sadece gördüğü ile yetinmez, daha derinine inmek ister. İster çünkü fıtrî yaradılışında kâinatın tüm "kodlarını" taşımak, bilmek vardır. Ezelde ona tüm "isimler" öğretilmiştir. Efendimiz (asv), "Rabb'im bana eşyanın hakîkatini göster" buyurarak bizlerin dikkatini bu derinliğe çeker. Nazar eşyanın sathına yöneliktir, bu sebeple "bakış değdi" söyleriz. Ama adamın basiret, müşahede, mükaşefe, feraset, ru'yet gibi, daha derinlere nufûz eden duyuları da vardır. Bu lâtîf (ince) duyularla bize ulaşan bilgiler kalb makamında tefekkür ile "cilalanırsa", kabımız aldığı miktarda "hakikati" yaşamaya başlarız. Hakikate doğru giden bu yolculuğun bidayeti ise kul olma şuuru yani Rabb'ul Âlemîne teslim olmaktır. Kul olunmadan hakikati aramak ise us merkebinin bataklığa saplanmasıdır (gönül devreye girmeden, batılı filozofların yaptığı gibi sadece rasyonel akılla aramak). Hakiki müslüman her gün hakikatin yeni bir vechesini keşfetmeli "kullu yevmin huve fî neşeli" âyeti kerîmesi (55/29) ve "ölmeden önce evvel ölün" hadis-i şerifi üzerine tefekkür etmelidir. İşte belki o vakit "se nurihim ayatina fî âfaki ve fî enfüsihim" (fussilet Sûre-i Tayyibesi 41/53) hakikatini idrak edebilir ve "ikra kitabek" âyet-i kerimesi ile (17/14) sürura (gönül ferahlığı, aslî sevinç hâli) erer.

Max Weber, bir sosyoloji yapıtı olan ‘Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’ başlıklı eserinde, İngiliz Sanayi Devrimi ve bu devrimin neticeleri üzerinden inşa edilen çağdaş dünyanın yeni bir kültürel projeye, bir neo-Calvinist projeye dayandığını ileri sürmüştür. Sizce de çağdaş dünyada bir kültürel proje uygulanmış mıdır? Bu proje Weber’in tespit ettiği üzere neo- Calvinist bir proje midir ve adam psikolojisi üzerindeki etkileri nelerdir? Nasıl bir adam tipi ortaya konulmuştur?

Bendeniz sosyolog olmadığım için çağdaş dünyada böyle bir projenin kasıtlı bir şekilde uygulandığına dair yeterince malumata sahip değilim. Ama Max Weber'in kitabını psikoloji zaviyesinden teyid eden, Norman Brown'ın Ölüme Karşı Hayat kitabında tarihin psikoanalitik bir yorumu yapılıyor. Protestanlık dönemi analiz edilirken Brown bize çok çarpıcı bir açıklamada bulunuyor, Protestan reformcu Lüter'in mütalasına göre bu dünyanın mutlak hakimi şeytandır ve bu şeytana karşı bu dünyada bütün mücadele nafiledir. Yani dünya hakimiyeti açısından şeytanın Tanrının yerine geçirildiği yeni bir seviye ile karşı karşıyayız. Peki bu gerçekten de böyle mi diye sorarsak, çağımızda yaşadığımız haksızlıklara, sömürü düzenine, etraf kirliliğine, israfa, rezilliğe bakmak kafi.

Bir de bizim üzerimizde şöyle bir kanaat oluştu: Batılı psikiyatrlar ya da daha umumi anlamda problemlere işaret eden Batılı yazarlar, hep semptomları tespit ediyorlar sanki. Mesela John Carroll, mana arayışındaki Batılı adamın kişisel bilgisayarlardan spora, turizme vesaireye ilgisini irdeliyor. Tespit ettiği görüntüler bugün bizim için de geçerli. Ama bu kadar. Önerileri yok. Bizde oluşan bu kanaat sizce yanlış mı? Batılı psikiyatrların adamın nefs dünyasına bir söyleyeceği bugün için yok mu? Çünkü geçmişte olduğunu, kıymetli katkıların bulunduğunu siz de yazıyorsunuz.

Mesnevi-i Şerif te ki "körler ve fil tanımı" hikayesinde de olduğu gibi batı psikolojisi "büyük resmi" göremediği için adam üzerine kâh doğru, kâh da tamamen spekülatif, uyduruk fikirler üretiyor. Çok ilginçtir batı eğitimli bir psikiyatr veya psikoloğa, "psike" yi bir tanımla söyleseniz tatmin edici bir yanıt alamazsınız. Nefs "psike" değildir, işte biz acizane çalışmalarımızda bu farkı açıklama etmeye çalışıyoruz.

İbnü’l Arabî Hazretleri, Füsusu’l Hikem’inin nihai babında malumunuz Peygamber Efendimiz’in hikmetinin “hikmet-i ferdiye” olduğundan bahsediyor. “Fert olmak”, bugün Türkçemizde “bir-ey” yani “bir ses” olmak demeye geliyor. Kişi, sesini nasıl bulabilir? Çünkü bize en çok “bir ses” olması gereken Müslümanlar seslerini kaybediyorlarmış gibi geliyor bugün. Bir de “ses olayım” derken yaşanan ego şişkinliği mevcut. Farklı olma isteği, kişileri birbirine benzetiyor sanki. Sanat alanlarında bu vaziyet enteresan, şaşırtıcı olma ismine özün, esasın göz ardı edilmesine vardırıyor işi. Benlik teşekkülü için sizin görüşleriniz nelerdir.

Kişi sesini nasıl bulabilir? Bu soruyu cevaplarken, hangi "şahıs" diye sormalıyız. Esfele safilin (alt-bilinçdışı) âleminden bize kötülükleri fısıldayan gölgelerimiz mi (vesvas yani vesvese veren), muhtelif rollere bürünmüş nefs-i emmare mertebesinde ki rol veya alt-kişiklerimiz mi konuşuyor yoksa tüm bu söz kalabalığı içinde gene de hissettiğimiz akl-ı selimimiz (sağduyu) ve vicdanımız mı? Bu ayırımı yapabilmek için evvel adamın alt âleminin çekimine karşı çıkabilmeyi öğrenmesi, hiç değilse bulunduğu konumu koruyabilmesi gerekir. Yaşanan İslam dini ve mükellefiyetleri (yapılması gerekenler) bizi daha da derinlere batmaktan kurtarır. Eğer artı bir gayret içerisine girersek (nevafil yani nafile ibadetler) usulca yükselmeye başlar ve tüm bu yaşam sahnesinde olup biteni bir üst kattan izlemeye başlarız (nefs-i levvame). O olumsuz sesler gene kulağımıza gelir fakat artık o kadar etki etmezler. Bu vetire (süreç) devam ettikçe yukarıdan gelen sesler daha gür hale gelir ve sisler dağılmaya başlar. Sanki fena bir rüyadan uyanırız. Ve belki de beklenmedik bir an da, yaşamın o karanlık gecesini "Can" mehtabı aydınlatır.

Siz Dokuz Yüz Katlı İnsan kitabınızda “hikmet-i nuriyye”yi açıklarken, “(…) Bu açıdan bakıldığında sanatsal gayretler, görünenin ötesinde sezgisel olarak hissedilen bu asli yapıyı somutlaştırma çabaları olarak değerlendirilebilir.” söylüyorsunuz.  Sanatsal gayretler için İbnü’l Arabî de “hayal hazret”i yakıştırmasını yapıyor. Sizce Müslümanların sanatsal gayretleri ile sesleri, meşrepleri arasındaki bağ, nasıl işliyor? “Hayal âlemleri”ne açılan sanatsal gayretler güncel olan karşısında geri planda kalmaz mı?

Sanat herkesin göremediği insicamı (koherenz), ahengi (harmoni) hissedip, insanların istifade edeceği gibi insanlara hissettirmekir. İstifade den kasıt, adamı düştüğü dünya çukurundan çıkartacak, vakit mekân üstü büyük resmi gösterecek, işaret edecek anlamlı mesajlardır. Amaç post-çağdaş sözde sanatın, edebiyatın, her ne ise yaptığı gibi sadece dikkati çekmek değil, yükseltmektir. Çünkü nefs katlarında tekâmül (olgunlaşma), inkişaf (keşf ederek gelişme) ve i'tilâ (uluvv = yükselme) aracıyla olur. Sanat erbabı şahıs kendisi ne kadar gelişmişse, nefs katlarında tekâmül etmişse, insanlara da o kadar faydalı olur ve derhal yanıbaşımızda olan o duyular ötesi âlem-i misalin latif (inceltilmiş) güzelliklerini tattırır. Bu tarz anlamlı sanat hürriyet tir (özgürlüğe açılan kapı).

Siz Narsisizm illetini küresel bir epidemi olarak görüyorsunuz. Günümüz şiir, yazın, sanat ortamında öylesine yoğun ki bu illet, benliğini keşfetmeyi değil de yüceltmeyi seçene ozan deniyor artık. İnsanlar sağlıklı beslenmek için televizyonlardaki programlara kilitleniyorlar. Kepek ekmek yiyorlar, falanca bitkinin suyunu içiyorlar fakat narsisizm illetinden kurtulmak için kıllarını kıpırdatmıyorlar. Bu illetten vaktiyle insanlar nasıl kurtulmuş? Şimdi nasıl kurtulabilirler?

Enaniyet veya yeni adıyla narsisizm, nefs katlarında tekâmülün durması ve adamın zaruri oalrak bir role sığınması demektir. Aslında için için o rolden nefret eder (öz-nefret) fakat kurtulamaz. Sadece mükellefiyetler ile sınırlı kalmayan fakat muhabbet haline dönüşmüş İslam dini bu narsisizmi yavaşca siler. Amilus-salihati (hayırlı işler) varoluş tarzı, olgun bir inancın olmazsa olmaz şartıdır. İnfak (sahip olduklarından canı yanacak oranlarda paylaşma) ve îsar (başkalarını kendine tercih etme) yani hep alan bir varoluş tarzından, veren varoluş tarzına geçme mutluluğun anahtarıdır.

Sizin ‘Nefs Psikolojisi’ kitabınızda bilhassa üstünü çizdiğiniz bir nokta mevcut. S. Freud ve G. Jung’un adam haritasını çizdiklerini ama bu haritada adamın bir üst âleminin olduğunu keşf edemediklerini vurguluyorsunuz. Aslında gerek Freud’un gerekse de Jung’un bu üst âlemi keşf edememeleri gayet normal. Çünkü onların adam değerlendirmesi, tasavvuf geleneğinin nefs-i emmare olarak adlandırdığı alandan ibaret. Oysaki sizler, tasavvuf öğretisi üzerinden adamın bir üst âlemi olduğuna işaret ediyorsunuz. Bu tespiti sizden önce psikoloji alanında ortaya koyan yok bildiğimiz kadarıyla? Nedir efendim adamın bu üst âlemi? Bu tespitiniz akademik camiada kabul gördü mü? Psikoloji biliminde, adamın bir üst âlemi olduğu gerçeğini kabul ettirebilecek misiniz?

Üst âlemi lutf etsin de Cenab-ı Pir, Sultanımız Hazret-i Mevlânâ'mız bize anlatsın...

“Bu ahvâl-i lâtîf ki, beş ve altı hicabından hariçdir (bu inceltilmiş hâller, 5 duyu ve 6 cihet perdesinin dışındadır) Koku çekiyorsun, oysa zahirde (dışarda, görünürde) Gül (hakîkat-i Muhammediyye) yoktur, şüphesiz gaybdandır (görünmez âlemdendir) ve gülün gülzarındandır (ruhlar mertebesinden)... Ey sen, her bir hodkâmenin (Hakk âşıkı) cânının kâmısın(arzususun) her dem sana gaybdan bir haber ve nâme vardır.”                                                                                (Mesnevi-i Şerif, A. Avni Konuk Şerhi (4üncü cildin ilk yarısı) b. 1806-7-8-9 Sayfa 533)

Veya Hakim Senâi Hazretleri usulca tebessüm etsin...

Gaybın diğer bir bulutu ve bir suyu vardır, diğer bir göğü ve güneşi vardır. Mesnevi-i Şerif, A. Avni Konuk Şerhi (1inci cildin 2inci yarısı) b. 2065, Sayfa 49 ile başlayan beyitlerin mukaddimesinde...

“Cân vilâyetinde gökler vardır ki, cihânın göğüne iş buyurucudur…”            

Hakim Senâi (ks) buyursun...

"Üst-bilinçdışı" diye psikoloji diline çevirdiğimiz, misâl veya hayâl âlemi mefhumu tasavvuf ehlinin âşina olduğu fakat batı kaynaklı psikoloji biliminin pek bilmediği bir yüksek insânî boyutudur. Bu manada A.Maslow, Dinler, Değerler ve Doruk Deneyimler kitabında, biz adamı "beline kadar" anladık buyurmuştur. Bir psikoloji düşünün ki, belden yukarısını bilmiyor...

Hocam nihai olarak, yapmayı düşündüklerinizi sormak istiyoruz. Bizim naçizane kanaatimiz, sizin, psikoloji alanının, meydandan kaçırılan, göz önünde tutulmayan mahiyetini, olması gereken hüviyetini kazandırarak yeniden meydana getirdiğiniz yönünde. Bundan sonra ne yapmalı?

Çok heyecan verici yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Yeni bir kıta keşfedilir gibi psikoloji de yeniden tanımlanıyor. Çok mertebeli nefs yapısını (multi level psyche) ve bu yapıda hüküm süren yasaları İslam ve tasavvuftan hareket ederek anlamalıyız. Yani bir nefsin haritasını önümüze koyup burada nasıl bir dinamizmin işlediğine bakmalıyız. Bu nazar patolojiye yepyeni bir mana verebilir. Mesela şayet bir mertebe de sıkışıp kalmak adamı bunaltıyorsa çözüm yani tedavi bir üst mertebeye çıkabilmekten mi geçer? Genç arkadaşların bizim kusur dolu yazıp çizdiklerimizi, daha derinliğine araştırıp, yüksek lisans tezleri, doktora çalışmaları yapmalarını tavsiye ediyoruz.

Mustafa Merter Hocam, Melâmet dergimizin bu sayına onur verdiğiniz için size çok teşekkür ederiz. İnşaallah diğer bir vesileyle gene sizi ağırlamak isteriz.

Aşk olsun…

Leave a Reply