Benim bu halim, öyle kapı kilitli mi değil mi, yoksa ütünün fişini çekmeden mi çıktım evden, ocağın altını kapattım mı acaba türünden ufak tefek hüsnü kuruntularla izah edilecek gibi değil. Bu vaziyete gelmemde irsi bir takım faktörler de tesir etmiştir. Vakıa rahmetli pederim, kimi akşamlar camiden eve büyük bir sükut içerisinde gelir. Ne kadar yaramazlık yaparsam yapayım, evi birbirine katsam da yüzünü çevirip bakmazdı bile. Derin derin tefekkür eder, boş gözlerle bendenizin yaptığı maskaralıkları seyreylerdi.
Bu ruh hali onda birkaç gün devam eder ardından tekrar normal hayatına geri dönerdi. Yaptığım yaramazlıkların neticesinde iyi bir sopa yersem anlardım ki, pederimin ruh dünyasındaki sisler dağılmış.
Daha sonra başta Tarihi İslam olmak üzere tarihi kadim, tababet… yakınımda, yöremde ne kadar ilmi kaynak varsa her birini alt üst ettim yine de babamdan bana miras kalan bu hastalığı tam manasıyla çözmeye muvaffak olamadım. Bu hissiyatıma ilişkin Frenkçe bulunan bir takım uydurmasyon teşhisler, birbirini yalanlayan izahatlar da tatmin etmedi beni.
Geçenlerde kahvede uyuklarken birden bire kendimi Başbakanımıza mektup yazarken buldum. Yazarken bulmak da laf mı efendim mektup, adeta biri tarafından yazılmış önüme konulmuştu. Ben bu mektubu yazmaya ne zaman karar verdim, elime kalemi ne zaman aldım, yazarken ne düşündüm hiç hatırlamıyorum.
Korkarak yazdığım satırlara başkasının kaleminden çıkmışçasına göz gezdirdim. Neler yazmışım neler… Hani içinde, sıkça kullandığım kelimeler olmasa, yok canım, bu mektup bal gibi başkası tarafından kaleme alınmış diyeceğim.
Bakın mektup nasıl başlıyor;
“Sayın Başbakanım, uzun ve karanlık gecelerden sonra bir sabah ziya saçan bir yıldız gibi gönüllerimize doğdunuz. Zulmün, zulmetin, büyük ıstırapların altında kıvranırken sizin nurlu ellerinizin bir sihirli değnek tesiriyle memleketimizi gül bahçesine dönüştürdüğüne mutluluk göz yaşları dökerek şahit oluyoruz.”
Mektubun bundan sonraki kısmı dağılan mürekkep yüzünden okunmuyor. İhtimal yazarken birkaç damla göz yaşı akıtmışım kağıdın üzerine…
Daha sonra bu mektubu yazmayı unutmuş ya da yazmaktan vazgeçmiş olacağım ki, “altılı”ya ilişkin son tahminlerimi çıkarmış, bir takım hesapların içerisine dalmışım. Bu hesapların neticesinde –nasıl olmuşsa- birkaç defa daire içerisine alınmış “150 milyar” sonucuna ulaşmışım.
Satırların devamında sanki hiç ara verilmemişçesine Başbakanımıza seslenmeye devam ediyorum:
“Burada saymaya lüzum görmediğim birbirinden hayırlı hizmetleriniz göğsümüzü kabartıyor, sokakta her zamankinden daha dik yürüyoruz. Beynelmilel alemde memleketimizin katettiği muazzam sıçrama diğer ülkeleri kıskandırıyor.”
“Sadece diğer ülkeleri mi? Olmayan muhalefet de eleştirecek bir mevzu bulamadığı için bir takım şişirme havadisleri, kimi münferit vakaları mühim bir hadiseymiş gibi basına malzeme ediyor. Ama inanınız, kasıtlı yapılan bütün bu yayınlar bile itibarınızı zerre kadar olsun lekeleyemiyor.”
Mektup burada yine kesiliyor. Bundan sonra uzun uzadıya borçlarımı hesaplamaya dalmış, en sonunda işin içinden çıkamamışım. Borç tutarı arttıkça kalemle etrafına yaptığım halkaların kalınlığı da büyümüş.
Bakkal hesabını çağrıştıran bu karalamalardan, anlamlı bir sonuca ulaşmaya çalışmak beyhude bir çırpınış olur. Onca rakamın arasına, nereden estiyse bir de Abdülkadir Budak’ın bir şiirinden bir parça sıkıştırmışım:
Babam bana benzerdi, bir göl manzarasına
Aniden fırtına çıkar kayık dediğin batardı
Ve mektup yine devam ediyor:
“Memleketimize kara çalmaya çalışan iç ve dış güçler kurdukları şer ittifakıyla hizmetlerinizin önüne geçmeye, yaptıklarınızı yıkmaya çalışıyorlar. Türkiye’de on iki milyon yoksulluk sınırında, beş yüz bin de açlık sınırında insan varmış! Kişi başına düşen gelir artmış ama bunlar belirli kişilerin başına düşüyormuş, yoksa millet aç perişan bir halde yaşamaya çalışıyormuş. Hepsi yalan!”
Tam da bu cümlenin sonuna yediğim simitten kopan bir susam tanesi gelmiş yapışmış. Adeta “yalan” sözcüğünün sonuna koyduğum ünlem işareti bu susam ile bambaşka bir mana kazanmış.
Ardından son cümle geliyor. Fakat bu cümlenin Başbakanımıza hitaben mi yazıldığı yoksa diğerleri gibi araya mı karıştığı bir muamma.
O da şu:
“Görülüyor ki körüz!”