“Sen neden buradasın Hacı Muhyiddin?” Şeyhinin yıllar önce sorduğu soruyu tekrar ediyoruz görüşmeye giderken: Neden Türkiye ve İstanbul? Tarih boyunca sufiler için çekim merkezi olan bu topraklar biz farkında olmasak da aynı daveti sürdürüyor olabilir mi?
Onlarca baskı yapan ilk kitabı Su Üstüne Yazı Yazmak’ta İslam ve tasavvufla nasıl tanıştığını anlatan Amerikalı psikoloji profesörü Muhyiddin Şekur’la hikâyenin devamı niteliğindeki kitabı Gölgeler Koridoru’nu konuşacağız. Şekur; Fatih Üniversitesi’nin davetiyle geldiği Türkiye’ye, kısmen de olsa, yerleşme kararı almış. Kitaba geçmeden önce Anadolu coğrafyasının misafir ettiği tasavvuf büyüklerinden bahis açıyoruz. Kendisi de sufi olan Şekur, bu toprakların bir cazibesi olduğunu düşünüyor mu acaba? Tereddütsüz veriyor cevabı: “Kesinlikle! Şüpheye yer bırakmayacak bir rabıta olduğunu düşünüyorum. Mübarek ruhların rayihası her yerde. Bize ipucu vermek için uğraşıyor, davet ediyorlar.” Sohbet boyunca sık sık yapacağı gibi bir süre susuyor. Derken yeniden başlıyor söze: “Tüm söyleyebileceğim şu ki evet, bin kez evet.”
Daha bu kitabı konuşmadan, İstanbul’la ilişkisini üçüncü kitapta konu edineceğini öğreniyoruz. 1982’den beri, 30 yıldır yaşadığı önemli dönüşümlerde yeri var bu şehrin zira. “20’li yaşlarda genç bir adamken doğduğum yerden, Cleveland’dan ilk kez ayrılıp San Francisco’ya gittim. Şehir deniz kenarındaydı. Limanları, çok güzel restoranları, kozmopolit bir kültürü, yokuşlu sokakları vardı. Şöyle düşündüm: Burada hayatımı geçirebilirim. Hep batıya bakarım, bir daha doğuya bakmama gerek kalmaz!” 50 yıl önce sergilediği bu toy tavra gülüyor şimdi: “Ne sersem adammışım. Oysa hiç doğuya bakmamıştım ki! İstanbul’a bile gelmemiştim daha.” Yıllar sonra, 1982’de hac yolunda uğruyor ilkin. Ve şeyhiyle tanışıyor. İstanbul sadece manzara, güzel bir fon o günlerde…
Amerika’ya döndükten sonra manevi yönlendirmeyle yazıyor ilk kitabını. Bir Türk hanımın, Ayşe Şasa’nın keşfiyle 10 yıl sonra Türkçeye tercüme ediliyor kitap. Şekur’un aklına bile gelmeyen bir şey oluyor sonra. Su Üstüne Yazı Yazmak, 1995’te Kültür Bakanlığı’nca yılın kitabı seçiliyor ve yazarı Türkiye’ye davet ediliyor: “Birçok insanla tanıştım. Büyük salonlarda konuşmalar yaptım. Konya’ya da gittim. Olağanüstüydü, şevk vericiydi.”
Aradan 14 yıl daha geçiyor. Kitabın İngilizce baskısı tükeniyor bu arada. Türkiye’de neler olduğundansa hiç haberi yok. Aksi yöndeki tüm yorumlara rağmen başarısızlığına ikna ediyor kendini. Yanıldığını anlaması için yolunun bir kez daha İstanbul’a düşmesi gerekiyor. 2009’da kitabı 15 baskı yapmış bir yazar sıfatıyla çıkıyor okurlarının karşısına. İstanbul fon değil artık. Bütün güzelliği ve cömertliğiyle en önde: “Ezan duyuyor, küçücük bir camide, güzel imamların ardında namaz kılıyor, Kur’an dinliyordum. Sahilde yürüyüp denize girenleri, yeşillikler üzerinde piknik yapanları izlerken huzur buluyordum.”
Mutluluğun izini sürdüğünde hep bu şehir çıkıyor artık karşısına. Küçük bir köşe istiyor kendine. Mahalle camilerinde namaz kılabileceği, istediğinde Eyüp Sultan’ı ziyaret edebileceği, sahilde yazı yazabileceği bir köşe. Ancak bu izah ‘Neden buradayım?’ sorusuna tatminkâr bir cevap niteliği taşımıyor Muhyiddin Şekur için: “Bir sebebi olmalı. Daha yolun başındayım. Tam olarak emin değilim. Ama üzerinde düşünüyorum. Yolumun buraya düşmesinin bir sebebi olmalı…”
Ve Gölgeler Koridoru… Su Üstüne Yazı Yazmak’ta bahsedilen ilk 10 yılın sonrası... Geçen günlerde Timaş Yayınları’ndan çıkan kitap, derin bir iç yolculuğa eşliğe davet ediyor okuru âdeta. Bu yolculuk, yazarını nereden nereye taşıdı acaba? “İlk kitabı yazdığımda sadece 10 yıldır Müslüman’dım. Çok içe dönük, kişisel bir yolculuktu o. Müslüman’dım ama imanî hayatın yaşayan kısmını yeni buluyordum.” diyor Şekur. Mânâ âleminde seyircilikten muhataplığa geçiş yılları aynı zamanda. Aradan çekilip Şekur’dan dinleyelim kendini nasıl muhatap hissetmeye başladığını: “Hazreti Mevlana ile, Beyazıd-ı Bestami ile ilgili şeyler duyuyordum. Dünya onlar için dönüyordu sanki. Oysa âlemin benim için de dönmesini istiyordum. İşte o 10 yıl içerisinde inanmaya başladım ki dünya benim için de dönebilir. Allah, zannettiğimizin aksine her birimizin küçük dünyaları ile, o büyük zatlarınki kadar ilgili. Önemli olan bundan şüpheye düşmemek. O zaman görürsün ki Allah her yerde ve her zaman seninle.” Bu küçük dersler, savaş alanında hayatı sürdürmeye, kendi tabiriyle içindeki coğrafyayı altüst eden bir noktaya varıyor. Gölgeler Koridoru’na bu hislerle giriyor.
İnsanın Rabbi’yle, mânâ âlemiyle ilişkisini bitkinin ışıkla kurduğu ilişkiye benzetiyor. Işık, bize tecrübelerimiz üzerinden geliyor. Hayattaki her şey gibi… Işığa yönelirsek yardım alabiliriz… Gölgeler koridoru bizi ışığa davet ediyor. “Umuyorum ki oraya götürür!” diyor Şekur. Işıkla ilişkisi, ona bakışı; aynı zamanda kitabın en sarsıcı bölümlerinden olan ‘Eski Mezarlık’ta değişiyor: “Mezarlıkta geçirdiğim gecenin ardından büyük farkındalık yaşadım. Çoğunlukla gölgeyi güneş ışığıyla ilişkilendiririz. Oysa ben gece vakti mezarlıktaydım ve ay ışığının gölgeleriyle iletişim hâlindeydim.Işık ve karanlıkla ilgili fark ettim ki ebediyetteki ruhlarla ışığın anlamının ilişkilendirilmesi, büyük bir aydınlanmaydı. Ve bu daha büyük bir aydınlığa kapı açıyordu.”
Uzakta görünen yakın...
Yazarı, yaşadıklarının sadece bir kısmını aktardığını söylese de Gölgeler Koridoru, yer yer insanı iki yakasından kavrayıp sarsan bir uyarıcı niteliğine bürünüyor. Sizi kendi hakikatlerinizden şüphe duymaya davet ediyor. Ve bunu lafı dolandırmadan yapıveriyor. “Bil ki uzakta görünen yakın, yakında görünen uzaktır. Işık gibi görünen karanlık, karanlık gibi görünen ışıktır. Soğuk gibi görünen sıcak, sıcak gibi görünense soğuktur.”
Yazarının kitaptan beklentisi, muhataplarını bir şeyler hakkında düşünmeyi bırakıp ötesine geçmeye teşvik etmek yönünde. Bu araştırma, düşünme, sorgulama, belki reddediş, eğer bu fikrin önünde yeterince sağlam durulursa imkân kapılarını yakından müşahede etmeye fırsat verebilir Şekur’a göre. Gölgeler Koridoru’nun da bir vaadi var aslında okurlarına. Zor gibi görünse de hayatı yeniden inşa edecek bir vaat: “İnsan dünyanın Everest Dağı ile aynı maddeden yaratıldığına iman ederse, tırmanması gereken ardı arkası kesilmeyen dağ silsileleri çıkacaktır karşısına. Ama şayet insan, bu denli nüfuz edilemez, ağır ve engin görünen bir şeyle yüz yüze geldiğinde, dünyanın aslında insan neye karar verirse o olduğunu fark ederse, o zaman bazılarının Everest Dağı olarak görme eğiliminde olduğu şeyin onun indinde yaprak yığınına dönüşmesi işten değildir…”
Önümüzde ilki gibi tekrar ve tekrar okunma ihtiyacı doğuracak bir kitap duruyor. Üstelik devamı için Su Üstüne Yazı Yazmak’tan sonra olduğu gibi bir 28 yıl daha beklememiz de gerekmiyor. 3. kitap ana hatları itibarıyla bitmiş durumda: “Sağlığım elverirse 4’e tamamlamak istiyorum.” diyor, Şekur. “Zorluklar, imtihanlar devam ediyor. Fakat hayattayım, daha büyük bir hayret ve şaşkınlık içindeyim. Hiç olmadığım kadar ümitvârım. Bu, eğer Clevland’dan bir Amerikalıya oluyorsa size de olabilir.”