Diktatörün müşfiki olur mu?

İnsan psikolojisi hayli karmaşık süreçler içeren bir alan. Politika ise başarı için bu süreçleri ustaca yönetmeye ihtiyaç duyar. Kısaca, başarılı siyasetçi seçmenin dilinden ve psikolojisinden iyi anlayıp bulunduğu konumu buna göre ayarlayanlardan oluşuyor. Bir nevi nabza göre şerbet durumu. Psikiyatrist Vedat Bilgiç, Müşfik Diktatör kitabında politik psikolojiyi “Toplumun bir hücresi olan insanın toplum ile olan etkileşimini anlama çabası” olarak özetliyor. Peki, kimdir Müşfik Diktatör? Diktatörlükle şefkat kol kola olabilir mi? Yoksa bu sadece diktatörün şefkatli bir imaj oluşturma hevesinin bir tezahürü mü? Kaynak Yayınları'ndan çıkan kitabında Bilgiç bu sorulara yanıt arıyor.

 

Kuralsızlık değil, aşırı kuralcılık

Diktatör kelimesi Latince Dictatura kelimesinden geliyor. Anlamıysa, dikte etmek, emretmek. Vedat Bilgiç “Diktatör deyince aklınıza öyle çok kötü şeyler gelmesin. Halkını öldüren, asan, kesen yöneticiler diktatör değil katildir. Kavramlara gerçekte taşımadığı anlamlar yüklüyoruz. Kelimenin hakikatinden uzaklaştıkça söz de gerçeklerden uzaklaşıyor.” sözleriyle ilginç bir noktaya parmak basıyor kitapta. Diktatörlüğü ‘bir kişi ya da dar oligarşik bir kadronun dikte ediciliğiyle yönetilmek' olarak tanımlıyor. Dikte edici tavır birey, aile ve toplumun birçok katmanında sıklıkla karşımıza çıkıyor aslında. Ülke egosunun da insan egosuyla benzer bir işleyişe sahip olduğu görüşünde, Bilgiç. Zira devlet denen sistemin yaşadığı yer insanların zihni. Diktatörlük de kuralsızlıkla değil aksine aşırı bir kuralcılıklar karakterize. Peki ‘müşfik diktatör' kim? Liderin sadece kişisel çıkarına veya nüfusun küçük bir bölümünün yararına değil de toplumun bütünü için çalıştığı imajı baskındır. Bazen insanın iç dünyasındaki süper ego denen yapının aşırı otoriter tutumu kişiyi katılaştırabiliyor. Çevresi tarafından ‘sağlam irade' pohpohlamasıyla bu durumu kendileri bile fark edemeyebiliyor. Diktatör Psikolojisi kitabının yazarı Moghaddam'a göre diktatörlük bazen bir darbeyle gelebildiği gibi seçim sandığından toplumsal barış vaadiyle çıkıp adeta bir kanser gibi toplumu sinsice pençesine alabilir.

Devlete düşman mı gerek?

İnsan kendi kişilik yapısından kaynaklanan olumsuzları kabul etmek yerine onları dışsallaştırmaya eğilimli bir varlık. Çünkü sorunu kendinde aramak yerine dışarıdaki ‘ötekiyi' suçlamak daha rahatlatıcı. İnsanların çözemedikleri problemlerinde “Bana büyü yapıldı” savunması da bu dış düşmanı hatta moda tabirle ‘dış mihraklar'ı işaret eder. Bu durumun toplumsal karşılığındaysa birey yerine grupları görürüz. “Grup ya da topluluk kendi bütünlüklerini korumak, safları sıklaştırmak ve omuz omuza savaşmak için düşmana ihtiyaç duyarlar. Tehdit ne denli büyükse grup da o denli büyüyecektir.” diyor, Bilgiç. Yani düşman burada bir nevi ‘birleştirici güç' haline geliyor. Aranılan düşman ne kadar saçma ve akıl dışıysa içine düşülen buhran da o derece derin demek oluyor.

Toplumsal hipnozla mı uyutuluyoruz?

Hipnoz kelime olarak Yunan mitolojisinde uyku anlamına gelen bir kavram. Hipnoz edilen kişi farklı bir bilinç durumuna geçerek telkine açık hale geliyor. Hipnoz konusundaki çalışmalarıyla tanınan Pierre Janet kişinin hipnotize edilmesini kolaylaştırıcı etkenleri belirlemiş. Geçmişte bir çöküntü, kriz geçirmiş olma, devamlı dikkatten doğan zihni yorgunluk, kolayca heyecanlanıyor olmak ve en ilginci de hipnozitöre duyulan bağlılık bunlardan birkaçı. Vedat Bilgiç'e göre bu etmenler sadece bireyler için değil toplumlar için de geçerli. Modern zamanın en büyük hipnozitörlerinden biri de medya Bilgiç'e göre. Zira istediğini istediği gibi sunma ve halkı etkileme gücüne sahip. Tabii medyanın yalan yanlış haberler yayarak zehir olduğu gibi, gerçekleri ortaya çıkararak panzehir olduğu da bir gerçek. Bu gücün nasıl kullanıldığına bağlı olarak değişiyor. Toplumsal hipnozla ilgili belki de en önemli detay bir Afrikan atasözünde gizli: “Bütün uyuyanları uyandırmaya tek bir uyanmış kişi yeter.”

Leave a Reply