Çağan Irmak’ın masalları FATİH ÖZGÜVEN

‘Mustafa Hakkında Herşey’ (2004) beni gerçekten şaşırtmıştı. Türk sinemasında birileri ara ara korku ya da psikolojik gerilim filmi yapmaya çalışır ama bu çaba genellikle Erksan’ın ‘Şeytan’ından bir arpa boyu uzağa gidemez. Bizde bu işe meraklı olanlar, gerilimi az çok tuttursalar bile esasında ‘psikoloji’yi tutturamazlar.
Psikoloji, bireysel bir hikâye demektir. Aynı zamanda, gene hikâye terimleriyle, ‘sır’ demektir. Bazen sadece filmin kahramanına da değil, içinde yaşadığı toplumla ilgili bir travmaya, suçlu bir kolektif bilince işaret eden bir sır. Oysa ‘kol kırılır yen içinde kalır’ lafını icat etmiş bir toplumda muhtemelen bireyin suçlu vicdanını, hele hele toplumsal bir suçlu vicdanı anlatmak zor. ‘Mustafa Hakkında Herşey’, başkahramanı hakkında her şeyi değilse de bir şeyi açıkça saptıyordu; bizi biz ‘yapan’ın, dolayısıyla hayat boyu ‘korkutan’ın çocukluk kâbuslarımız, onların ardında yatan suçluluklarımız olduğunu. (Bu konuda erken ve çok da peşinden gidilmeyen bir örneğin Ömer Seyfettin’in ‘Kaşağı’sı olduğunu hatırlayalım.) 

Filmde, çileden çıkmış karakterlerde hiç fena olmayan Fikret Kuşkan’ın bir kapı aralığında “Bütün bunlar neden benim başıma geliyor!” diye haykırırken adeta kurtadamlaştığı bir sahne vardır. ‘Mustafa…’dan aklımda kalan belli başlı sahne bu belki de. Başarılı işadamı rolündeki Kuşkan sanki kendisine başarı ve seçkinlik vaat eden, şimdilerde daha bile gurur duyduğumuz, ulusal travmalarımızı göz ardı etmek pahasına altını çizdiğimiz Türk ekonomi mucizesine haykırıyordu: “…Herkes gibi para ve başarı için savaşırsam bana bütün kabusların yok olacağını vaat etmemiş miydin?!” Kahramanın taşra kökenli olduğunu da düşünürsek o zamanlar iyice istimi almış olan ‘taşra sineması’nın kabuslar bahsinde bir yerdeydik. İlginçti. 

Büyük hayalkırıklığı 
‘Babam ve Oğlum’un bende yarattığı hayalkırıklığı bu yüzdendir. Bir yönetmenin açtığı küçük gediği bu kadar alayıvalayla kapadığı başka bir ikinci film görülmemiştir. Orada çocukluk sadece yer yer, o da Calvin and Hobbes’vari, çizgi film tadında kâbuslarla bölünen bir masumiyet vahasıydı. Gene Kuşkan tarafından oynanan babanın şefkatli kolları geri dönene kadar pekâlâ dedenin kanatları altında geçirilebilecek bir düş âlemi, teyzelerin, halaların, taşranın, ailenin sunduğu, her türlü kabusun etkisini yumuşatacak bir ‘şefkat yastığı’. 

Bu filmde gözyaşları bir şeyleri sağaltmaya değil, perdelemeye yarıyordu. Dahası, seyirciyle bu konuda anlaşmış gibiydi film. Kazandığı büyük başarı, sanki yönetmenin çocuklukla ilgili büyük bir sırrı tüllere sarmalamasından, seyircinin de o sırrın filmdeki çocuğun ve ülkenin bağrında açtığı yara üzerinde çok fazla durulmamasına duyduğu minnetten ileri geliyordu. Bu konuda bir karşılıklı anlaşma vardı. Herkesin, hepimizin vardı böyle acıları, sırları. O günler de ‘öyle acı günlerdi işte’, dedeyle babanın gölgesinde atlatılmayacak bir tarafları yoktu. Çağan Irmak hikâyeleri böyle bir hat tutturup bir tür Ömercik sineması olsalar söylenecek bir şey olmayabilirdi. Ama Türk sinemasının en tuhaf çocukluk kâbusu filmlerinden biri olan ‘Ulak’ gene çocukluğun karanlığına dönüştü. 

Çağan Irmak hikâyelerinin bu en alengirlisi, hayali bir ülkede çocukların başına gelen korkunç şeyleri anlatırken bir şeyleri geriyor geriyor fakat yırt(a)mıyordu. Oysa bu tür masallarının âlâsını Türk edebiyatına hediye eden Bilge Karasu’nun deyişiyle ‘masalın da yırtılıverdiği bir yer’ vardı. Ç. Irmak masalları ise yırtılmadıkça daha da sentetik bir malzemeden yapılmış duygusu uyandırıyorlardı. ‘Ulak’tan aklımda kalan o inanılmaz görüntüyü, babasının mezarına işeyen oğlan çocuğunu muhtemelen bugün pek az kişi hatırlar. Filmin şilebezi, gümüş yüzük, kaftan, sürme debdebesi arasına gömülmüş bu sahne Irmak filmlerinde ara sıra başını dışarı çıkartan ‘o şey’e örnektir. Bunların ne olduğu tam belli değildir fakat seyirciyle girişilmiş bir ‘uzlaşma’nın tersi, bir kâbusun parçaları olmaya namzet oldukları kesindir. 

‘Ulak’ın seyirci tarafından en benimsenmiş Ç. Irmak filmi olmadığı malum. Onun anlattığı hikâyelerin diziliş sırasında ‘uzlaşma’yı davet eden bir hikâyeyi bir ‘itiraz’ı dile getiren hikâyenin izlediğini görüyoruz. ‘Mustafa…’ (itiraz), ‘Babam ve Oğlum’ (uzlaşma), ‘Ulak’ (itiraz?) çizgisinin Türk sinemasında seyirciyi uzlaşmaya davet eden en anlı şanlı filmlerden biriyle, ‘Issız Adam’la devam edişi manidardan öte neredeyse mekaniktir ve hatta o filmi seyrettiğinizde bir daha Ç. Irmak filmi seyretmenin pek anlamlı olmadığını duygusuna kapılabilirsiniz. 

Hayra vesile olsun 
Taşra kökenli, bekâr, başarılı, (fısıltıyla) biseksüel, genç bir Beyaz Türk’ün duygusal bağlanamama sorununun romantik filmlerin genel çerçevesi dışında bir acıya işaret ettiği ama bunun hikâye tarafından ‘bana yalan söylediler/ kaderden bahsetmediler’e tercüme edildiği ‘Issız Adam’, uzlaşmanın şaheseridir. Türk popu terimleriyle söylersek, kimin şarkısıydı unuttum, ‘Issız Adam’ bir ‘sus, sus, sus, kimseler duymasın’ filmidir. 

Mustafa’nın haykırdığı gürlükle haykırılacak olanın ne olduğunu tam bilmiyorum, ama Irmak hikayelerinin ‘haykıracak nefesi kalmasa bile’ haykırmaya talip olmayan hikayeler haline geldiğini ve seyirciyi yoranın da en çok bu olduğunu söyleyebilirim. Nitekim ‘Karanlıktakiler’i (itiraz, bu kez anne’li, tecavüzlü) pasta yumuşaklığında ‘Prensesin Uykusu’ (uzlaşma, tombul erkek kahraman) izler. ‘Dedemin İnsanları’nın ikiye bölünmüşlüğü de belki de bu yüzden. İlk yarısında, bir ‘Babam ve Oğlum’ çerçevesinde çocukça bir milliyetçiliği ya da dolaylı olarak milliyetçilikteki çocuksu inadı tartışma imkânının belirir gibi olduğu bu filmin sığ ve basit (‘Babam ve Oğlum’dan da sığ) bir ‘yakın tarihimizin müessif olaylarını şöyle hızlı hızlı geçelim’ tefrikasına dönüştüğünü görüyoruz. Gene de, dedeyle birlikte mecazi olarak sularda boğulan Çağan Irmak sineması için bu boğulmanın hayra vesile olmasını, onun ‘başka limanlara doğru yelken açması’nı bekliyoruz. Ne de olsa aileye, dolayısıyla seyirciye olan borç şöyle ya da böyle ödenmişe benziyor.

Leave a Reply