Bize niye şiddet uyguluyorsunuz?

Selin ÇALIŞKAN/ HABERTURK.COM

scaliskan@haberturk.com

 

Gün geçmiyor ki şiddet haberi ile gözümüzü açmayalım. Kadın cinayetlerinde dünyada ilk sıradayız, her gün 4 kadın bu topraklarda ‘sevildikleri’ için öldürülüyor.  Sokaklar hangi açıdan bakarsak bakalım tekin yerler olmaktan çıktı. Ekmek almak için evden çıktığınızda bir daha geri dönemeyebilirsiniz ya da bir adam gelip size tecavüz edebilir. Peki, neden böyleyiz biz?  Toplumsal şiddetin birçok yönü, etkeni var şüphesiz. Ben bu faktörler arasında psikolojik yönü merak ettim. Mutlaka psikolojik açıdan yanlış giden bir şeyler olmalı çünkü. Ya aile ya sistem bir yerlerde bizim psikolojimizde derin hasarlar bırakmış olmalı ki şiddeti çözüm olarak görüyoruz, başkasına şiddet uygulandığında gözümüzü kapatabiliyoruz, şiddeti kabullenebiliyoruz.

 İşte tüm bunları Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Muhammed Mehtar’la konuştuk.

 


Şiddetin ne demek olduğu ile başlayalım.


 Şiddeti, güç ve baskı uygulayarak başkalarının haklarını ihlal etmek ya da başkalarının bedensel veya ruhsal bütünlüğünü tehdit etmek olarak açıklayabiliriz. Belirli bir durumda birinin başka birine zarar verici bir şekilde davranması, ya da ondan bir şeyi zorla alması, onun onurunu zedeleyecek sözel ifadeler kullanması gibi çeşitli tanımlar yapılabilir. Hırsızlık, mala zarar vermek, küfür etmek, saldırganlık, kaba kuvvet içeren davranışlar, aşağılamak, tehdit etmek, ekonomik özgürlüğünü kısıtlamak ve zorla evlendirmek gibi durumlar da şiddetin bir parçasıdır. Günlük dilde kullandığımız kelimelerde de farkında olmadığımız şiddet içerikli ifadeler bulunabiliyor.

 

 Şiddeti sınıflandırabiliyor muyuz?


 Şiddet çeşitli modellere göre sınıflandırılmıştır. Motivasyon yolu ile davranışsal özellikleri ile uzamsal seyri ile veya şiddet tipi ile sınıflandırma sistemleri mevcut.

Tipe göre sınıflandırma sisteminde 5 çeşit şiddetten bahsedilebiliriz.   Fiziksel şiddet: Yumruklama, tokat atma, vurma…  Ekonomik şiddet: Ekonomik özgürlüğü kısıtlama, eve para bırakmama… Sözel şiddet: Yıkıcı eleştiri, bağırma, alay etme, suçlama, isim takma… Psikolojik şiddet: Küsmek, baskı uygulamak, intihar etmekle tehdit, çocukları uzaklaştırma, arkadaşlarınıza, ailenize sizinle ilgili yalanlar söyleme… Cinsel şiddet: İstenmeyen cinsel davranışları yapmaya zorlama, istemediği halde cinsel ilişkiye zorlama, taciz etme, cinsel ilişki sırasında güç kullanma…

 

Motivasyon yolu ile sınıflandırma sisteminde ise Fevri Duygusal Şiddet ( Ani, düşünmeden harekete geçen, hem kendisine hem başkalarına zarar verebilen, genelde tehdit gibi bir durumdan kurtulmak için ortaya çıkan şiddet türü ve temelinde biyolojik alt yapımız, genetik alt yapımız, dürtüsellik, dikkatsizlik ve duygusallık gibi nedenler bulunur... Hani kontrolsüz sıcakkanlı derler; birden patlar, sonucu düşünmez ve sonradan pişman olur); ve Soğukkanlı Şiddet  (Kontrol edilebilen, hedefe ulaşmak veya bir şey elde etmek için uygulanan şiddet türüdür. Zarar vermekten ziyade bir şeyi elde etmek, zafer kazanmak, statüye ulaşmak için şiddetin doğru bir yöntem olduğunu düşünürler ve planlı olup başarmak için mağdurlarını seçerler. Bu noktadan hareket ederler ve davranışların diğerlerine vereceği sonuca önem vermez ve pişmanlık sergilemezler, empatiden yoksun ve benmerkezci bir yaklaşımları mevcut. Soğuk kalpli dediklerimiz genelde bu tür şiddeti sergileyenler).

 

Bu model toplum üzerinde farklılaşıyor. Toplumda başka eğilimler, başka faktörler de devreye giriyor...

 

Nedir bu farklılıklar?


 Türkiye’de doğuda yaşayan ile batıda yaşayan, kuzeyde yaşayan ile güneyde yaşayanlar arasında farklı algılar ve süreçler işlemekte. Bölgesel olarak ele alırsak; sosyokültürel farklılıklar, yönetim süreçleri, geçmişte olan ve hala sürmekte olan travmalar, aile ve sınıfsal yapıları hakkında birbirilerinden haberdar olmadıkları, birbirilerin sorunlarını anlama ve empati kurma becerilerin kısıtlı olduğunu görebiliyoruz. Küçük halkalarda neler olup bittiğini ve yaşanan süreçleri bilmiyor ve sadece bize aktarılan bilgiler doğrultusunda hareket ediyor, tepkisel davranabiliyoruz. Bunun nedeni de bu toplumu oluşturan bireylerin genelde aile içinde, devlet nezdinde, toplum katında da sürekli duygusal ihmal yaşamış ve hala yaşıyor olmaları. Örneğin, anneler tarafından uygulanan duygusal şiddet/ihmal süreci, aile içi şiddet, cinsiyet arasında şiddet, sözel şiddet, taciz, devlet ihmali, polis şiddeti gibi durumlar toplumumuzda sıkça rastlanır fakat bunları dile getirmek, onlar ile yüzleşmek ve çözüm üretmeye yönelik kolektif bir tutum içinde bulunmak gibi sürecin işlemediğini görebiliyoruz.

 

Bir babanın tokat atması ile bir annenin “ Seni bırakıp gideceğim, çok yaramazlık yaparsan!” demesi arasında şiddet kavramında fark yok. Hatta annenin bu söylemi daha çok sorun yaratabiliyor. Son zamanlarda ebeveyn cinayetlerinde çıkan sonuçlarda kızlar daha çok annelerini, erkekler ise babalarını katlediyor. Kız ve oğlan çocukları arasında şiddeti uygulamada fark vardır aslında. Ama en temeline geldiğimiz noktada bireyden ve aileden başlayan bir süreç olduğunu, ev içerisinde ihmal olduğunu görebiliyoruz. Bu ihmal süreci uzadıkça ya da arttıkça şiddete meyillik artmaya başlar.

 

Devlet tarafından ötekileştirilen, haksızlığa uğrayan, değerleri korunmayan, şiddete ve ayırımcılığa maruz kalan, saygı duyulmayan, kısacası ihmal edilen kesimler, ebeveynleri tarafından ihmal edilen veya şiddete maruz kalan çocuk misali öfkeli ve saldırgan olabiliyor.

 

 Neden şiddete başvuruyoruz peki?


 Gördüğümüz şey bizi kurtaran şeydir. Varoluşumuzu koruyacak, devam ettirecek, bizi kurtaracak neyse ona yönleniriz. Haberlerde en çok gördüğümüz şey şiddet. Dizilerin çoğunda şiddet var. Şiddetin kötü durumlarda kurtarıcı gibi öğrenilen bir davranış modeli halini alıyor. Başımız sıkıştığında şiddetten medet umar hale gelebiliyoruz. Ataerkil toplumda yaşıyoruz ve bu toplumda kadına eşitçe ve saygınca yaşama hakkını vermiyoruz. Kadın belirlenmiş davranış kalıplarına uymak zorunda, eğer uymuyorsa erkeğin şiddet uygulama hakkı varmış gibi düşünüyor. Şiddetin dilini konuşuyoruz her gün. Dışlayan, ötekileştiren, bağları koparan bir dil kullanılıyor toplumca. Bu dil son 4-5 yılın politikasında bütün partilerde de ortaya çıkmaya başladı.

 

 Şiddet uygulamak öğrenilen bir davranış bu durumda?


 Burada önemli olan şiddetin sürekliliği… Uzun süre şiddete maruz kalmak ile ilgili bir durum var. Aile içinde daha önceki nesillerden aktarılan şiddet devam eder. Anne veya baba kendi anne babasından şiddet görmüş ise, kendi çocuklarına da uygulamaya devam edebiliyor. O yüzden çocukluk çağında şiddete maruz kalmak, yetişkinlikte şiddeti bir yöntem olarak kullanma halini getiren en temel faktör oluyor.

 

 Farklı şekillerde de olsa şiddete uğramış herkes çevresine şiddet mi uygular yani?


 Her şiddete maruz kalan gidip şiddet uygulamıyor ama biyolojik etkenler, genetik etkenler, toplumsal faktörler, ailesel faktörler, madde kullanımı, dürtüsellik, öğrenme bozukluğu ve dikkatsizlik ve çevresel etkenler risk oluşturuyorsa bu kişinin yaşamında şiddet daha ön plana çıkıyor. Aile içerisinde babanın işsiz olması, ekonomik düzeyin düşük olması, ailenin eğitimsiz olması, göç olması, ailede çocuk sayısının fazla olması gibi sebepler ihmalin olması için hazırlayıcı bir ortam ve bu durum şiddete davetiye çıkarmakta. İhmal arttıkça şiddet de artar.

 

 Toplumsal şiddet ile bireyin ailesinde gördüğü şiddet arasında farklılıklar yok mu, bu kadar mı yakın birbirine?


 Şiddet küçük yaştan itibaren aslında maruz kaldığımız bir süreç. Evde başlıyor ve topluma kadar gidiyor. Evin içinde şiddeti tetikleyen değişik faktörler var. En temel faktörlerden bireysel ve ailevi faktörler… Göç, sosyoekonomik düzey, kültürel yapı, düşük eğitim seviyesi ya da düşük ekonomik kazanç gibi faktörler şiddeti tırmandırır. Bireyden topluma doğru ilerledikçe baskın toplumsal değerler, şiddete yönelik hoşgörü, cinsiyet rollerin arasında eşitsizlik, lider figürler, destek mekanizmaların sorunsallığı, yardımlaşma ve paylaşma eksikliği, göç, medya, yabancılaşma gibi faktörlerin rolü artmaktadır...

 

 Bu durumda birey mi topluma şiddeti yaymış oluyor?


 İkisi de birbirini etkileyen süreçler. Eğer ki toplum fakir, eğitimsiz, baskılayıcı, hoşgörüsüzlük ve ötekileştirme ve ayrışmayı yaşıyorsa ve devlet/yönetim tarafından desteklenip güven sağlayıp yönlendirilmiyorsa ister istemez şiddetin arttığını göreceğiz. Ev içi şiddete yönelik çözüme odaklı bir yöntem bulmak bu tür durumlarda zor oluyor. Şiddete eğilim buralarda artmaya başlıyor. Tersine baktığımızda yani devletin uyguladığı şiddeti gözlemlediğimizde, şiddetin bir kesim için cezalandırıcı baba modeli gibi uygun görülüp sanki iyi bir şeymiş gibi düşünmeye başlarız. Şiddet çözüm odaklı gibi değerlendirilir: vurursan alırsın, olaya hâkim olursun gibi bir süreç işliyor. O yüzden devletin kendi uygulamaya başladığı şiddeti aslında tamamen tabana inmeye başlıyor. Bireyler yaşananları gözlemler ve kendi de şiddete başvurmaya başlar ve uygulamaya koyar, böylece şiddet tekrar bireyden topluma yayılmış olur. Şiddetin yayılması konusunda bir kısır döngüden söz edebiliriz aslında.

 

 Çocukluktan bu yana şiddet ile büyüdüğümüzü söylüyorsunuz. Toplumda yaşanan olaylar, haksızlıklar bizim bu yönümüzü açığa mı çıkartıyor?


 Haksızlığa uğrama duygumuzu şiddet ile bastırmaya çalışıyoruz. Haksızlığa karşı baş etme yöntemimiz şiddete başvurma şeklinde kendini gösteriyor. Örneğin; devlet haksızlığa uğradığını düşünürse (protesto edilmesi) bunu ortadan kaldırmak için şiddete başvuruyor. Burada en temel duygu aslında korku ve kaygı… Devlet halkından korktuğu zaman şiddet uygular. Baba, çocuğu ona karşı geldiğinde otoritesine karşı yönelik bir sarsıntı yaşar ve kaygı yaratır. O yüzden bu durumu bastırmak ile karşılığını verir, kendi otoritesini korumaya çalışır. Devletin de durumu bu modelin aynısıdır. Birey (çocuk) da hakkını devletten alma yolunun ancak şiddet ile olabileceğini çaresizlik içinde öğreniyor. Saldırganlık durumu aslında içsel olan, kendi dünyamızda yaşadığımız bir duygunun ortaya çıkış halidir. Korku ve kaygı, güvensizlik, sürekli tehlike hali, çocukluktan gelen travmalar varsa kendimiz de haksızlık karşında çözümü şiddette ararız.

 Zaten toplum olarak yüzyıllardır travmalara maruz kalan bir toplumuz. Yaralarımız açık ve sürekli kanamaya devam ediyor, korku ve kaygı yoğun yaşanmakta ve geleceğe dair güvensizlik artmakta. Kapitalist düzenin saldırganlığını yaşadığımız bu süreçte, hızlı kentleşme ile beraber, kaygı ve korkuya karşı öğrenilmişlik durumunda şiddet baş gösterecek.

 

 Biz geçmişten gelen travmalarımız ile barışabildik mi?


 Barışamadık. Zaten bu yüzden şiddet devam ediyor. Barışmak için tüm olanaklar devlet tarafından, yukarıdan gelmesi gerekirken biz onu tabandan filizlendiğini görmeye yeni başlıyoruz. Devleti de birey olarak görürsek onun da kendi işini yürütmeye çalıştığını görürüz.  Devletin sana bana bakmaktan ziyade kendi varlığını sürdürme zorunluluğuna girmiş gibi sorumlu olduğu bireylerden uzak ve gizli kalıyor.

 

 Barışamadığımız travmalar daha büyük travmalar yaşamamıza yol açmıyor mu?


 Tabi ki yol açıyor! Bunlar arka arkaya eklenmeye başlıyor. Şiddetin en uç noktalarını görmeye başlıyoruz. Bunun adı da devletin uyguladığı şiddet. Bireyden başlayan şiddet birden bire devletin uyguladığı şiddet haline geliyor ve meşruiyet kazanıyor. Ortadoğu ülkelerinde uzun zaman şiddete maruz kalan, hakkını alamayan, eşitliği, adaleti yaşayamayan, güven ve huzur nedir bilmeyen halklarız. Cehalet, fakirlik ve kaygı var. Ne kadar eğitimsizlik varsa, ne kadar cehalet varsa, ne kadar fakirlik ve ihmal varsa şiddet o kadar artar.

 

“BİZE NİYE ŞİDDET UYGULUYORSUNUZ, BİZ ONLAR GİBİ MİYİZ?”

 

 Birey, devlet ile ilişkisini nasıl görüyor?


 Birey, kendini devlet ile tamamlayan bir süreç içerisine girer. Birey, kendini devlet devam ettiği sürece güvende hisseder. Oy kullanırken de bu hissiyat devreye giriyor. O partinin bize ne hizmet vereceği önemli değildir bu noktada. Partiyi annemiz babamız gibi tanımlarsak parti “Orada iyiyim, güvendeyim.” dediğimiz bir yer olmaya başlıyor. Tabi ki sağlıklı bir durum değildir bu. Çünkü siyasi düşünce, hizmet ve uygulamalardan ziyade kendini nerede daha güvende hissediyorsa, o partiye oy verir. Tek partiye oy vermemiz, birini lider olarak görme ihtiyacımız da buradan kaynaklanıyor. Lider olarak gördüğümüz kişinin bizim yerimize her şeye karar vermesini istiyoruz. Kendimiz yapamadığımızı güçlü bir lidere atfederek peşine takılıyoruz. Birey olarak zaten olayları ele alma, haksızlıklar karşısında hesap sorma kabiliyetimiz yok, bireysel sorumluluğu geliştiremedik çünkü böylesine hazırlayan, yetiştiren bir sistem içinde büyümedik Bırakın hesap sormayı, toplumsal travmaların bile konuşulmasının büyük bir sorun olduğu bir toplumuz biz.

 

 Sorunları çözmede şiddete başvurmamız yetersizlik duygusu ile mi ilgili?


 Bireyin haksızlığa uğraması karşısındaki çaresizlik… Sorunu çözmeye yetersiz kalmak ile öfke gelişebiliyor ve böylece şiddete başvurulabiliyor. Türkiye’de yaşanan toplumsal olaylarda, birebir yaşayanlar dışında neler olduğu hakkında kimsenin pek haberi olmuyor. Gerçek anlamda ne olup bittiğini hiç bilmiyoruz. Yaşanan acıları ve adaletsizliği düşündüğümüzde herkes kendini haklı gösterebilir. Fakat eğer hakkını arayan, dillendiren birine karşı şiddet uyguluyor, susturuyorsanız korkuyorsunuzdur. Kaygı şiddeti tırmandırır.

 

 Bir süre sonra aynı toplumda yaşayan farklı kimlikler olarak da birbirimiz ile de kavgalı hale geliyoruz


 Kendi varlığını sürdürebilme kaygısını yaşayan, kimliğin yok edilmesinden kaygı duyan, günlük hayatta birbiri ile yardımlaşmayan, birbirinin dilini anlamayan, birbirinin problemlerini dinlemeyen, kendi içinde yabancılaşmış, bölünmüş bir toplumuz. Aslında bir bütünüz diyoruz ama hiç öyle değiliz. Güneydoğu bölgesinde yaşayan insanların sorunlarını batıda yaşayanlara aktarmaya çalıştığınızda, batıdaki insanların çoğunun konu hakkında hiçbir şeyi düzgün ve doğru bilmediğini, konuya önyargılı yaklaştığını görürüz. Geçmişe göre daha fazla tartışılıyor, konuşuluyor gibi gözükse de aslında konuşulanlar çok sınırlı ve kapalı kapılar ardında kalıyor. Oysa yaşananların tamamından söz edersek güneydoğu bölgesinde yaşayanların sıkıntılarını ve sorunlarını anlamaya başlar ve çözüme ortak olabilir hale gelebiliriz. Bu örnekte aynı ülke sınırları içinde yaşayan kardeş toplulukların birbirinde habersiz gibi yaşıyor, birbirinden kaygı ve güvensizlik duyuyor hala...

 

 Bu durum bir çocuğun “Sen kardeşimi benden daha fazla seviyorsun.” söylemi ile aynı değil mi?


 Tıpatıp benzer. Aynı evde yaşayan kardeşlerin birbirilerini kıskanmaları misali (Annem kardeşimi daha çok seviyor, takdir ediyor, fazla hak veriyor diye düşünen bir çocuğun kardeşine yönelik öfke duyması ve saldırması gibi). Adalet ve eşitlik ülkemizde keyfi uygulamalar ile topallayarak yürüyor. Devletin vatandaşlarına eşit mesafede, anayasal hakları çerçevesinde, eşit hukuk kuralları içinde bakmak zorundadır.

 Haksızlığa uğradığını düşünen bir topluluk kendini başkaları ile ister istemez kıyaslar. Aynı evde yaşayan kardeşlerin birbirilerini kıskanmaları gibi (Annem kardeşimi daha çok seviyor, takdir ediyor, fazla hak veriyor diye düşünen bir çocuğun kardeşine yönelik öfke duyması ve saldırması gibi). Kardeş kıskançlığını yaratan sistemdir! Toplum içinde de öyle.

 Gezi’de olduğu gibi… Haksızlığa uğradığını düşünen bir kesim talebini dile getirmek için sokaklara çıktığında, Devlet kaygılanıp şiddete başvurdu ve saldırgan tavırlar sergiledi. Bu arada bir başka kesim devlete ''sahip çıkıp'' kardeşinin taleplerini dile getirmesi, hakkını araması kendisine yönelik bir tehdit olarak algılayıp şiddete destek çıktı ve bunun bir parçası olmaya yol seçti...

 

‘BENDEN’ OLMAYAN KORKUTUR

 

Bu şiddet halinin çözümü kimde peki, sistemde mi?


 Sistemin aslında birçok şeyi çözmesi gerekiyor; geride kalan toplumsal travmalar gibi. Hem de kendi toplumundaki bireylere sağlaması gereken bir sürü şey var. Şu kadar çocuk yapın demeden önce, o çocukların nasıl yetiştirileceği ile ilgilenmesi gerek. Ne desteği, ne ekonomik gücü ne de altyapısı müsait olmayan bir aileye ''Sen şu kadar çocuk yap.'' dersek toplumda şiddetin artması için bir taş eklemiş oluyoruz. Bunlar birbirine paralel giden şeylerdir. Az çocuklu ailelerde şiddet genelde daha az görülür, fazla çocuklu ailelerde daha fazla görülür. O yüzden batıda şiddet sıklığı doğuya göre aynı paralellikle yükselmiyor fakat şiddetin desibeli yükseliyor. Ne gibi, mesela okula gidip 25 kişiyi öldürebiliyor. Bizde öyle bir durum yok çünkü aradayız; ne doğudayız, ne de batıda. Arada bir yerde olduğumuz için batı kadar bağımsız olamadık,  bireyselleşemedik. Aile bağlarımız hala var ama eskisi gibi güçlü değil. Bu yüzden de herhangi bir olumsuz durumda danışılacak, anneye ya da babaya yardım edecek kimse yok. Ebeveyn zaten saat 7-8’e kadar çalışıyor. Çocuk bu saate kadar dışarıda… Onunla sürekli olarak ilgilenen kimse yok, tek başına büyüyor, TV, Medya, Bilgisayar ve dadılar ile gözetimsizce... 

 

 Toplum kendi yaralarını kendi sarabilir mi, barışabilir miyiz?


 Tabi ki. Bunlar STK’ların ve derneklerin yardım edebileceği konulardır. Örneğin; Türkiye’nin güneydoğudaki sorunları çözmeye yönelik yapılabilecek insani, kültürel, sağlık, eğitim gibi çeşitli alanlarda çalışan bütün sivil toplumsal kuruluşların düzenli bir şekilde adımlar atmaya başlarsa iletişim başlar. “Yaralısın, görebiliyorum, anlayabiliyorum. Acıların çok, sana yardımcı olmaya çalışıyorum” dediğinde kimse sırt çevirmez. Ama bu sadece politik barış değneği altında olmaz. Topluluklar birbiri ile barışmalı öncelikle. Baba figürü üzerinden yola çıkarsak barışma babanın dayatması ile değil, çocukların istemesi ile olur. Sorunumuz da bu zaten; o sorumlu baba figüründen kurtulamamak, babanın her şeyi bildiğini düşünmek ve işi ona bırakmak… Burada sivil toplum kuruluşları, derneklerin üzerine daha fazla görev düşüyor aslında. Bu kuruluşların da kanuni olarak güçleri, görevleri, sorumlulukları, söz hakları ve yaptırımları olması gerekiyor. Barış sürecinde kardeşler barışmalı, babalar değil.

 

 Toplumda Alevilik, Sünnilik, dindarlık, solculuk, gibi kimliklerin çok ön planda olması da şiddeti tetikleyen unsurlar değil mi?


 Hayır, kimlik tek başına tetiklemez. Ait olduğunuz kimliği nasıl kullandığınız önemli, nasıl lanse ettiğiniz yoksa kimlik niye şiddeti tetiklesin! Biz kimliklerimiz yüzünden tehdit ediliyoruz. Başka birinin kimliği, diğerinin düşüncesi ve inancı, yaşama biçimini tehdit edici unsur gibi gösteriliyor. Dolayısıyla kimlikler de şiddeti tetikliyor gibi gözüküyor fakat aslında kimlik propagandası yapanlar esas şiddeti tetikleyenlerdir.

 

 Aileye, özellikle anneye çok fazla sorumluluk yüklemiş olmuyor muyuz?


 İnsanı ‘benden olmayan’ korkutur. ‘Beni’ tehdit etmeye başladığında da saldırı kaçınılmaz olur. İşte burada aile yapısı devreye giriyor. Şiddetsiz bir aile ortamında yaşayan biri 20 yaşına geldiğinde durup dururken başka sorunları yoksa şiddet uygulamaya yönelmez. Biz zaten çocukluktan bu yana şiddet uygulayacak hale getirildik. Bu şiddet illa fiziksel olmak zorunda değil. Yaşanan şiddetin  %75’i psikolojik şiddettir. Annenin çocuğuna sürekli başarısız olduğunu dile getirmesi, sabahtan akşama kadar çocuğunu azarlaması en büyük şiddettir. Bu durumda çocuğun özgüvenini baltalar. Bunların dışında tabi ki bir sürü başka etmende söz konusu; genetik yapımız, kültürel altyapımız, biyolojik yapımız, ruhsal süreçler, sosyoekonomik ve kültürel yapımız…

 

 Kadınların ailede, toplumda nasıl algılandığı çocukların durumunu fazlasıyla etkiler. Kadınların ezilmiş gösterilmeleri ve haklarını eşitçe yaşayamıyor olmaları çocuklarını nasıl yetiştirecekleri ile de doğrudan bağlantılı. Kendini özgür görmediği için çocuklarını da böyle yetiştirmiyor. Kendisi kendi geçimini ve geleceği ile ilgili sürekli kaygılı ise, annelik konusunda sürekli kaygılı oluyorsa farkında olmadan çocuğunu güçlendirmek yerine zayıflatacak bir hale geliyor. Çocuğun bedenen sağlıklı olması, yemek yemesi, okula gitmesi, okulda başarılı olması önemli hale geliyor. İnsan sanki sadece bundan ibarettir gibi düşünülüyor. Böyle görmeleri konusunda da haklılar çünkü bunlar ile toplumda annelikleri test ediliyor!

Leave a Reply