August Comte; “Pozitif durumda insan beyni mutlak fikirlere ulaşmanın imkânsızlığını görerek evrenin kökenine ve amacına, fenomenlerin nihai nedenlerine dair bilgiyi bir tarafa bırakır; onun yerine fenomenlerin işleyişindeki yasaları, yani fenomenlerdeki değişmez düzenliliği ve benzerliği akıl ve gözlem yoluyla keşfetmeye odaklanır” der. Nedensiz edim fikrine karşı duran bu tez, edebiyat için de geçerlidir. Kişilerin iç dünyasını teknik verilerin ötesine taşımak, bunu estetize ederek sanat haline getirmek elbette edebi eserlerin işi. Anlatmak, böylelikle zihinsel sıralamayı hizaya sokmak gibi de düşünülebilir. Naif duruşu olan edebiyat, insan davranışlarından beri değildir. İnsan davranışlarını öngörmek, bunu ete kemiğe büründürmek, oluşturulan karakterlerde mantık ve tutarlılık gözetmek, gözetilmeyecek bir şey de olsa, bunu nedensiz uygulayamama durumuyla karşı karşıyadır. Hiçbir güdüden kaynaklanmayan, nedeni olmayan bir sonuç söz konusu değildir. Ne edebiyatın ne de psikolojinin asla itiraf edemeyecekleri kökten gelen bu karındaşlık, dillendirilemeyecek kadar hassas olmuştur her zaman. Her iki türün birbirine tıpkı bir ev sahipliği rahatlığındaki derin alanlarına göz atmak çok kolay değil. “Edebiyat’ı bütün makyajlarından arındırırsak karşımıza psikoloji mi çıkıyor? Yoksa her ikisi bir arada olunca mı bütünlük oluşturuyor?” diye sorunca, roman karakterlerinin kendilerini oluştururken oldukça sancılı gibi görünen anlam arayışının, psikolojik modeller aracılığıyla ilerleyebildiğini gözlemliyoruz. Söz gelimi; 20. yüzyıl yazarlarından David Herbert Lawrence’ın Oğullar ve Sevgililer adlı romanında Paul Morel’in psikolojik gelişimi ve evreleri karşımıza çıkıyor. Detay vermekte biraz daha ileriye gidersek, romanda annesiyle oedipal, Miriam Leivers ile ruhsal, Clara Dawes ile de bedensel ilişkisi, bir de birçok şeyin müsebbibi depresif bir anne ile karşı karşıya kalıyoruz. “Dostoyevski, insan ruhunun derinlikleriyle yeraltı devrimi olarak nitelendirebileceğimiz bir çağ başlangıcının hem düşünürü hem ressamıdır” der, Rus düşünür Nikolay Berdyayev. Birçok eserinde bu gözlemi yaptığımız Dostoyevski, Karamazov Kardeşler'de bireyin içgüdüsel istekleri ile topluluk hayatlarının gereklerini uzlaştırdığını görüyor ve bir kere daha Berdyayev’e hak veriyoruz. Bütünü saran, ayrışmayan nevrozlu karakter hemen gözümüze çarpıyor. Dostoyevski’nin ünlü romanı, Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un cinayetinde karşımıza çıkan sebep “saplantı”nın çok daha ötesinde “monomani”dir mesela... Yine Robert Musil’in Niteliksiz Adam romanındaki akli dengesi yerinde olmayan Moosbrugger, güdülerini savunma ve cinsel paniğinin karmaşasını yaşar. Bu açıdan bakınca özellikle cinayet romanlarında birden fazla güdü ve yine birden fazla psikolojik hastalık karşımıza çıkar.
SEZGİ, GÜNCEL PSİKOLOJİDEN DAHA ETKİLİ
Edebiyat’da “anlatımcı eleştiri” olarak karşımıza çıkan Rönesans hareketi de bu düşünceye eşlik eder niteliktedir. Bu yüzden “anlatımcı eleştiri” edebi eserin en önemli özelliğinin duyguları anlatması gerektiğini söyler. Bu yer yer zorunlu iki arkadaşlık olmasaydı, Mustafa Kutlu’nun neredeyse bütün eserlerine sinmiş olan “yabancılaşma” duygusunu, köyden kente göçü, kırsal kesmin yok olmasını, bireylerin eski ve yeni arasında gidip gelmesini hissedemeyecektik. “Peki, edebi eserleri psikoloji üzerine kurmanın ne gibi etkileri olabilir? Karakter oluştururken psikoloji bilmenin farkı veya yararı var mı?” diye, bir yanları edebiyata diğer yanları ise psikolojiye bakan uzman isimlerden aldığımız görüşler, bu bıçak sırtı meseleyi çözümlemede bize yardımcı oluyor. Öyle ki; Irvin Yalom; “Çağdaş psikolojinin sistematik çalışmasının karakter inşasına fazla katkıda bulunduğu konusuna şüpheyle yaklaşıyorum” diyerek şöyle açıklıyor bu düşüncesinin gerekçesini: “Dostoyevski ve Tolstoy gibi büyük yazarların psikolojik bilgileri bakımından birer usta oldukları bir gerçek olmasına rağmen bu bilgi, günümüz psikoloji derslerinde öğretilenden çok çok daha derin ve sezgiye dayalı bir bilgi.” Yalom, bu sözleriyle psikolojinin yanı sıra ve bunun ötesinde sezginin gücüne dikkatleri çekiyor. Eserlerinde her zaman duyguya önem veren; özellikle merhamet, erdem, huzur gibi kavramlara dikkat çeken Kemal Sayar ise; “İnsanın iç dünyası her zaman ilgi uyandırıyor. Edebiyat da zaten insan ruhunun dehlizlerinde dolaşabilmek azim ve arzusunda. Psikoloji bilen kişi insanın içsel yaşantılarını çok daha iyi tanımlayıp ifade edebilir. Nereye gideceğini, nerede dolaşacağını daha iyi bilebilir. Ancak burada da bir tehlike var, kişi teorik lakırdıların büyüsüne kapılarak, kelimeleri bir Prokrüst yatağına sokabilir. Bazen de psikolojik hakikatleri anlatayım derken edebi olandan uzaklaşarak didaktik bir anlatıma mağlup olabilir. Bir de ilk elden deneyimi yazmakla, o deneyime uzaktan bakarak yazmak birbirinden çok daha farklı olacaktır. Teorik bilgi insanın kalemini daha güçlü kılmaz” diyerek, psikoloji-edebiyat ilişkisinin önündeki olası tehlikeye de dikkat çekiyor. Ve şöyle devam ediyor Sayar; “Karakter oluştururken yaygın yanlış, onlara derinlik ve tutarlılık kazandıramamak... İyi romancı bunu gözetir, eserine çalışır. Psikoloji bilen insan, karakterlerini daha sahici kılabilir. Ancak bu da yetmez, günlük hayatın içinde dolaşan, insanla temas eden, insanın hâl ve duygularını ilk elden deneyimleyen birisi olmalıdır yazar. İyi bir gözlemci olmaktan söz ediyorum. Psikoloji bilgisi gözlem yeteneğiyle birleştiğinde, inandırıcılığı güçlü karakterlerin ortaya çıkma ihtimali daha fazladır.”
EDEBİYAT PSİKOLOJİDEN, PSİKOLOJİ EDEBİYATTAN BESLENİR
“Edebiyat, insanı çözümleme sanatıdır” diyen Mustafa Ulusoy ise, bu iki unsurun önemine bir kere daha dikkat çekiyor ve “Edebi eserler, insanı anlatır. Doğumdan ve ölümden ve ikisi arasında olanlardan bahseder. Güneşin batışından, doğuşundan dem vurarak, bir katre suyu konu edinerek yaşamın hallerini anlatır. Aşkları, ayrılıkları dert edinir. İnsanın dert ettiği ne varsa onu kendi bünyesinde elden geçirir. İnsanın derdi edebiyatın, edebiyatın derdi insanın derdidir çünkü. Neden bahsederse bahsetsin asıl konusu hep insandır. İnsanın söz konusu olduğu yerde de psikolojiden uzak kalınması imkânsıza yakındır haliyle. Kimi yazar bunu satır aralarına gizleyerek yapar, kimi yazar aşikar yapar. Ama her yazar şöyle ya da böyle insan psikolojisi üzerine kurar metnini. Edebi metin psikolojiden, psikoloji edebiyattan beslenir. Hatta bazı büyük edebi eserler psikoloji bilimine önemli katkılar sağlamıştır. Birçok usta yazar psikoloji biliminin ulaşamayacağı bir zirveden insana bakmış, insanı öyle bir tasvir etmiş, öyle bir anlatmıştır ki; psikoloji bilimi bir yüz yıl sonra ancak o yazarın ayak izlerini takip ederek o ilme, o bilgiye ulaşabilir” diyerek, edebiyatın karakter oluşumundaki etkisine işaret ediyor. Ve ekliyor Ulusoy, “Psikoloji, insana dair kısıtlı bilgisini tasnif etmede ustadır. Mesela ustaca yazılmış bir romanda biz muhteşem tasvir edilmiş karakter ve kişilikler görürüz ama edebiyatçı bize bunun adını koymaz. Mesela bu narsistik kişilik bozukluğu, bu histiryonik kişilik bozukluğu demez. Adını koymadan yapar bunu. Yazar, psikolojiden bunun adını öğrenme imkânını bulabilir. Yazarların psikoloji biliminden yararlanmalarının şart olduğu kanaatinde değilim ama psikoloji bilimiyle uğraşanların edebi metinlerden yararlanmalarının şart olduğundan eminim.”