Tanya Byron Psikoloji derecesini York Üniversitesi’nden, uzmanlığını University College London’dan aldı. Madde bağımlılığı üzerine doktora yaptı. Televizyon ve radyo yayıncılığı yapıyor, The Times’e yazıyor.
Dolaptaki İskeletler’de genç bir klinik psikolog adayı olarak uzmanlık eğitimine başladığı günleri anlatıyor. Önce hayatında en çok etkilendiği olayı paylaşıyor. Bu öyle bir olay ki, aynı zamanda yazarın ergenlik yıllarında bir dönüm noktası oluyor. Bir uyuşturucu bağımlısının öldürdüğü büyükannesinin beyninin etrafa saçılmış parçalarına bakmak… “Büyükannem, ön odadaki halının üstünde, başındaki büyük yaradan kan kaybederek yatıyordu” diyor.
Babası yan odada üzüntüden yazarın deyişiyle “ulurken”, o işin neden ve nasılını anlamaya çalışıyor, sorular soruyordu. “Acı çekerek mi ölmüştü babaannem? Ölmeden önce ölmekte olduğunu anlamış mıydı? Katilini onun kafasını kırmaya iten şey neydi? Bunu planlamış mıydı? Büyükannemi öldürmek mi istemişti, yoksa evi yağmalamak için onu sakatlamak mı istemişti sadece?”
Hiçbir şey düşünmeyecek kadar hedonist olması gereken bir yaşta, hayatın lanet sonuna dair sorular dolaşıyordu kafasında. Henüz on beş yaşındaydı. İşte ‘akıl sağlığı uzmanı’ olma hikâyesi de bu olayla başlamıştı. Oldu da… Hem de en ünlülerinden biri oldu.
Yazdığı kitapta uzmanlık eğitimine başladığı günlerde karşılaştığı vakalar yer alıyor. Elbette hasta mahremiyeti mesleğinin temel ilkelerinden biri olduğu için anlattığı hikâyelerin gerçekliği yanında karakterler gerçek kişiler değil.
Byron’ın ilk hastası Ray’di. Ve aslında hikâyelerini anlattığı karakterlerden gözünü en çok korkutandı. Seansın sonlarına doğru sustalı bir çakı Byron’un burnunun sadece bir milimetre uzağındaydı.
Yazarı en çok korkutan bu olsa da benim kendi adıma en çok etkilendiğim küçük Imogen’ın hikâyesi oldu. Byron, ikinci altı aylık stajını yapmak için on iki ila on altı yaş arasındaki çocukların yatırıldığı orta güvenlikli bir psikiyatri servisinde tanıştı onunla. Servis, toplum içinde tedavi edilemeyecek kadar kırılgan, kriz düzeyi yüksek çocuklar içindi.
Imogen ile seanslara başladığında sık sık aklından geçen şu oldu: “Ben Imogen için yeterince iyi değilim. Imogen ise yaşam için yeterince iyi değil…”
Onunla bir araya geldiğinde kaygı düzeyi yükseliyordu kadının. Karşısında bez bebeğine sarılan küçük bir kız vardı. O bebeği asla yanından ayırmıyor, kimsenin ellemesine de izin vermiyordu. Bebek çok fena kokuyordu ama yıkamaya da izin yoktu. Zaman içinde hiç konuşmayan Imogen konuşmaya başlamış, terapiye cevap verir olmuştu. Sürekli ip atlamalar ve sayı saymalar neredeyse bitmişti. Kilo aldı, kendine zarar verme isteği kalmadı.
Byron, onunla terapi yaparken sık sık büyükannesinin ön odasında, yerdeki kan lekeli halıya bakıyor hissini yaşadı. Imogen giderek onda bir takıntı mı oluyordu. Meslektaşları, artık aralarına bir mesafe koymasının vakti geldiğini söyleyip duruyorlardı. O peşini bırakmadı ve Imogen’ın asıl derdi sonunda anlaşıldı.
Seks terapisine gelenler, Yahudi toplama kampından kurtulanlar, AIDS hastaları, uyuşturucu bağımlıları… Tanya Byron, bizlerden hikâyelerin detaylarını gizlemediği gibi kendi duygularını da saklamamış. Bir uzman olarak hastanın karşısında panik atak geçirircesine kaygılanan birini belki de hiç fark etmemişsinizdir. Siz koltuğa uzanmış anlatırken, karşımızdakini sadece dinliyor ve kitaplardan öğrendikleriyle bize yeni kapılar açıyor sanıyoruz ya, Tanya Byron bunun da öyle olmadığını kendi hislerinden yola çıkarak çok net anlatmış.
Sonunda belki Byron gibi düşünürsünüz: Aslında ne hastaydılar, ne de danışan; insandılar, hayatları ve hikâyeleri olan gerçek insanlar, kırılgan, bazen son derece mutsuz, ilginç insanlar…
DOLAPTAKİ İSKELETLER
Nasıl Klinik Psikolog Oldum
Tanya Byron
Çeviren: Omca A. Korugan
Doğan Kitap, 2015
304 sayfa, 20 TL.