'İnsan, var olduğunun bilincinde olan, kendi yaşam projesini yapmaya muktedir, yani özgür yegâne varlık. Ne ki özgürlüğümüz, öyle sanıldığı gibi bir hediye değil, bir baş dönmesi, bir bulantı olarak yaşanır çoğu kez. Biyolojimizin, genlerimizin, doğa yasalarının, hukuki ve toplumsal kuralların zindanlarında nasıl özgür olunacağı sorusunu bir kenara bıraksak bile, tam bir sanal durumdur, varla yok arası bir şeydir özgürlük. Sonsuz yol vardır gidilecek, ama insan bir anda hem orada hem burada olamaz, tek bir yaşantıyı yaşamaya mahkûm. Bir yola girildi mi, o yolun tüm kurallarına uymaya, sorumluluklarını yerine getirmeye zorunludur. Ama yine de özgürlüğümüzü hissetmek isteriz, ondan vazgeçemeyiz. Hayatımızdan vazgeçeriz ama özgür olma hissinden vazgeçemeyiz. O, başımızın belasıdır.
İşte insanın yaşayabilmesi, bir hayat planı yapıp, bir amaç edinip yaşantısını sürdürebilmesi için ölüm, anlamsızlık, yalnızlık, özgürlük gibi temel varoluşsal kaygılarını garantiye ya da bir başka deyişle askıya alabilmesi, sanki bunlarla bir ilgisi yokmuş gibi davranabilmesi gerekir. Bu kadar geniş bir mönüyü barındıran yegâne yaşamsal aygıt, din tarafından sunulur. Dinsel inanç, sunduğu anlam ve davranış haritasıyla insana bir güvenlik alanı sağlar. Dinsel inanç sayesinde varoluşun ağırlığı, doluluğu hafifler; ömrümüz bize arada sınavlara tabi tutulsak da bir armağan olarak gösterilir. İyi ki varızdır, iyi ki gelmişizdir bu dünyaya, Yaratıcımız bizi var olma şerefiyle şereflendirmiştir. Kendimizi O'nun esirgeyici, bağışlayıcı kollarına bırakabiliriz. Tehlikelerle, hırs ve tamahla dolu bu insanların ve tabiatın dünyasında kendimizi bu kadar güven içinde başka nereye bırakabiliriz ki!... Zaten bizi bir alan olsa, tamamen kabul eden olsa, örneğin bir ana, bir sevgili bunu söylese hatta yapsa, kısa bir süre sonra özgürlüğümüz orada yapışıp kalmamak için çırpınmaya başlayacaktır.
Üstelik Yaratıcının bizim ibadetimize, namazımıza, orucumuza da ihtiyacı yoktur. Gerçi bizden bunları talep eder ama kendisi için değil bizim için, bizatihi kendimiz için ister bunu. Bizi O'ndan daha iyi koruyan, kollayan, düşünen yoktur. O, bize bizden, şahdamarımızdan bile daha yakındır. Bizden ibadet ister zira her ibadet, dünya hayatına verilmiş bir ara, bir moratoryumdur. Her ibadette, küçücük bir dua ve sadaka verme anında bile, dünya hayatından, fanilikten, varoluşsal temel kaygılardan yüz çevirme, Yaratıcıyla karşılaşma, konuşma söz konusudur.
İbadetler, bir ara vermedir ama dinlenme, tatil değildir. Ara verilen dünya hayatının rutin akışıdır yoksa insanın zihni çok daha faaldir ve üstelik daha yüksek bir mertebededir. İbadet sırasında varoluşsal olarak bir yükselme duygusu yaşanır. İnsan, kendi başına kendisini anlayamayacaktır bunu ancak Yaratıcıya bağlı olduğunun bilincinde olması, Yaratıcı tasavvuru sayesinde yapabilir. Buradaki 'kendini anlama' ifadesi, sadece basit bir bilişsel işlevi değil, bütün bir varoluşun, kişinin düşüncelerinin, duygularının ve eylemlerinin topyekûn yer aldığı derin bir kavrayışı anlatmaya çalışır. Bu yüzden tüm ibadetler sırasında adaleti, sevgiyi ve gücü, hepsini birden, bir arada, tek bir potada tecrübe ederiz. İbadet, varoluşumuzun bütün boyutlarıyla, Yaratıcıya yaklaşmaya ve onunla iletişim kurmaya izin veren, sonlu ile sonsuzun, kutsal ile profanın birbirine bağlandığı ara geçittir. İbadet sayesinde bizim dünyevi ve sonlu varlığımız, aşkınlaşır, kutsal bir haleyle kaplanır. Yaratıcı, bizim için bilimsel olarak kanıtı gereken niceliksel bir varlık olmaktan çıkar, olanca gücü ve sonsuzluğuyla varoluşumuza katılır. Bu nedenle ibadet, inancın özüdür. İbadet olmasaydı, maneviyat sferi kendisini her daim yenileyemez, din, 'Tanrı var mı yok mu?' sorusunun etrafında dönen basit bir entelektüel tartışma konusu olarak kalırdı.
İnancın ve onun özü olan ibadetlerin, bireysel psikolojimizde olduğu kadar, toplumsal psikolojimizde de değişmez yeri vardır. İnsan, aynı zamanda grup-varlıktır; ancak 'öteki' sayesinde, 'öteki'nin aynasında görür tanır kendini. Sağlıklı bir insan ilişkisinin ve toplumsal yaşamın olabilmesi için bizim dışımızdaki insanların da en az bizim kadar değerli olduğunun bilgisine ve bizi başkalarına yakınlaştıracak sevgi, saygı, merhamet gibi olumlu duygulara ihtiyaç vardır. Ahlak, enikonu, bizim insan kardeşimiz olan 'öteki'ne ne yapacağımız, nasıl davranacağımız hakkındadır. Bu kadar önemli olan ahlaki işlev, birçok kaynaktan beslenir; ahlakın birçok kökeni vardır ama en önde geleni dinsel olanıdır. Dinsel olanın ahlakın ana kaynağı oluşu, maneviyatın psikolojimizde tuttuğu derin yer nedeniyle olduğu kadar, Yaratıcının hem 'öteki'nin de yaratıcısı hem de 'Mutlak Öteki' özelliği dolayısıyladır. Bütün 'öteki'lere karşı davranışımızda, 'öteki'lerin bir sahibi, hesap vereceğimiz bir merciidir Yaratıcımız… Tüm bu nedenlerle 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız!', 'İslam, güzel ahlaktır' denilir. İbadetler, ahlakımızı, başkalarına ne yaptığımızı, başkalarını ne kadar düşündüğümüzü Yaratıcımızın önünde, onunla birlikte gözden geçirdiğimiz durumlardır.'
Bunlardan bahsettik, Kayseri'deki '1.Maneviyat Psikolojisi Sempozyumu'nda.