Bir yazıya giriş yapmak, bir şiirinin ilk mısrasını yazmak, bir resme ilk fırça darbesini vurmak zordur. Mesela; çoğunlukla etkileyici bir cümle ile başlamak ister yazarlar. Bir şair de öyle. Sormadım. Ama sormam da gerekmiyor. Nasılsa yalan söyleyecekler yine. Sanatçıların yalanlarını severiz. En gerçekçi yalanlarını daha çok severiz. Ben ilk cümlede “mısra” yerine “satır” yazdım esasen, sonra eğreti durduğunu düşünmüş olmalıyım ki silip mısra yazdım belki farklı olurum diye. Ortaokulda resim öğretmenimiz “kendi yorumunu katmak”tan bahsederdi hep. Politik bir cümleydi oysa ki. Biz ne bilelim kendi yorumunu katmak nedir. Ya da futbol ve kızlar daha önemliydi bizim için. O zamanlar tabletlerimiz de yoktu tabi, bilmediğimiz şeylere açıp da bakamıyorduk hemen. Sözlü notumuza zayıf verir diye gereksiz sorular da sormuyorduk. Çok konuşmamak gerekiyordu çünkü. Velhasıl yorumunu katmak derken, şuna ben farklı olmak istiyorum deseymiş ya hoca. Çok sonra, yani aklım başıma gelince anladım. Bir zamanlar TRT ekranlarında Ressam Bob her ne kadar resim sevinci ile hemencecik çok hoşumuza giden bir tablo yapıyorsa da, herhalde Leonardo Da Vinci Mona Lisa’ya ilk fırça darbesini ve hatta tüm fırça darbelerini kolay kolay vurmamıştır. Yorumunu katmıştır. Da Vinci’nin Mona Lisa’ya şifre koymasının başka ne gibi bir amacı olabilir ki? Mesele bu kadar basit mi? Elbette bu kadar basit. Fakat basit olmak, karmaşık olmaktan bazen çok daha zordur. Esas karmaşıklık buradan geliyor. Farklı bazen de gizemli olabilmeliyiz ki, etkileyici olabilelim.
Örsün üzerine yatırılmış bir kılıca inen ilk ve sert çekiç darbesi, ilk defa şahit olan bir kimse için ilgi çekicidir. Fakat kuyudan petrol çıkaran at başı gibi mekanik bir tekrarlılıkla kılıca inen çekicin verdiği bu gelgitleri bir zaman sonra gözlerimiz algılamaz bile. Çünkü aynılaşmıştır. Fakat kılıç ustası ufak farklı bir manevra bile yaparsa bunu hemen fark ederiz. Birini uyutmak isteyen kişi, örsün üzerindeki ucu cehennem sıcağı olan kılıca inen mekanik çekiç darbeleri gibi, onun karşısına geçip dakikalarca aynı tonda konuşsun. Dinleyen kişinin bir süre sonra uykusu geldiğini ya da uyuduğunu görecektir. Sanırım üçüncü sınıfta tüm gül kokan idealistliğimle DTCF’de psikoloji okurken, bir gün kendimi fakültenin sağ tarafına nakşedilmiş Farabi salonunda İlber Ortaylı’nın konferansında buldum. Alkış sesleriyle anladım konferans esnasında uyuduğumu. Uyuduğum ilk ve tek konferans olarak da kendi tarih defterime not etmiştim. Cahil girip cahil çıkmıştım İlber hocanın konferansından. Uyumuştum; çünkü ne kadar süre geçtiğini bilmediğim o süre zarfında farklı olan tek ses dalgası alkış sesi idi. Belki bir ihtimal yorgun olabilme ihtimalimin de biraz etkisi olabilir. Bu durum kendi adıma farklı bir anım. Hep yaşadığım bir şey olsaydı anlatmazdım. Sohbet ortamlarında da öyle değil mi? Enteresan bir şey yaşayalım, ortama çok aykırı değilse hemen anlatmak isteriz. Bir de kuyruk taktık mı tadından yenmez. Farklının da farklısı olur.
Orhan Pamuk; Saf ve Düşünceli Romancı kitabında şöyle bir aktarmada bulunur: “O günlerde İstanbul Teknik Üniversitesi’nin kayıt gününde, yeni öğrenciler uzun bir kuyruk oluşturmuş. Hikâyeye göre, kuyruğun arkalarında bir kız, -Ayşe diyelim ona- çantasından biraz da gururla, Kayıp Zamanın İzinde’nin bir cildini çıkarıp okumaya başlamış. Romanı kaldığı yerden okurken arada bir kitaptan başını kaldırıyor ve dört yılını geçireceği diğer öğrencileri süzüyor; özellikle az önünde duran, topuklu ayakkabılı, aşırı boyalı, pahalı bir markanın zevksiz elbisesini giyen bir başka kızın –ona da Zeynep diyelim- yüzeysel tavırlarına alaycılıkla gülümsüyor; Proust cildine daha sıkı sarılıyormuş. Ama Ayşe az sonra başını Proust cildinden kaldırdığında, Zeynep’in de çantasından aynı Proust cildini çıkarıp okuduğunu görmüş ve büyük bir hayal kırıklığına uğramış. Zeynep görünümlü bir kızın okuduğu romanı da ben artık okumam, diyerek Proust okumayı bırakmış.
Şimdi Ayşe bunu neden yaptı, soru bu. Zor bir yazarı ve kitabını okumak kendi açısından yeterince yüceltici bir şey. Aslında tamamen dikkat çekmek olsa niyeti, direkt ve daha belirgin olarak görsel bir durum ortaya çıkarabilirdi. Fakat kendi beynini yine kendi beyni tarafından yüceltmek daha istediği bir şey. Bu, yetiyor ona.
Farklılık; fiziksel bir şey de olabilir. Güç!
Aslan, kedigiller familyasından çok güçlü olarak farkını ortaya koyduğu için aslan. Ve her şeyin özeti: Yaşam savaşı! “Uygar” bir şekilde, kendi beynini yücelterek(Ayşe o kitabı okumayı bıraktı) de olabilir; vahşi doğada aslan diğer hayvanları öldürerek de.
Peki, insanlar hep farklı olmaya mı çalışır? Biraz felsefeden zarar gelmez. O zaman yapalım. Eğer tüm insanlar hep farklı olmaya çalışsalardı, o zaman farklılık olmazdı bunun adı, aynılaşmak denirdi buna, birbirine benzemek. Herkesin farklı olduğu bir dünya, aynıdır! Herhalde insanlar farklı olmaya çalışanlar ve benzemeye çalışanlar olarak ikiye ayrılabilir bu noktada. Ortada kalanlar ölürler her gün biraz biraz yaşayarak.
Bu da başka bir yazının konusu olsun.