Hepimizin bildiği Nasreddin Hoca fıkralarındadır: Hoca kadı olarak görev yapmaktadır. Duruşmada davacı öyle ikna edici konuşur ki Hoca “Haklısın” demek zorunda kalır. Zabıt kâtibi, davacıdan sonra davalıyı içeri alır. Hoca, davalının etkileyici ve güzel konuşmasıyla adeta kendinden geçer, adam hikâyesini bitirir bitirmez “Haklısın” der. Zabıt kâtibi itiraz eder: “Muhterem kadı, ikisi de haklı olamaz!” “Sen de haklısın” der Nasreddin Hoca.
Bu fıkrada yalnızca mahkemede değil, her durumda herkesin kendini haklı gören bir haletiruhiye içinde yaşadığı anlatılmaya çalışılır ve yüzlerce yıl evvelden pragmatizm felsefesinin sonuçları öncelenir aslında. Sahiden de hepimiz her düşüncemizde, yaptığımız her işte kendimizi haklı görüyoruz, başka türlü olsaydı adım bile atmaya mecal bulmazdık. Herkesin kendine göre bir yaşama tarzı var; itiraf etmesek de içten içe hepimiz en doğru hayatın kendimizinki olduğuna inanıyoruz. Arada, yoksul olup da zenginlere özenenlerimizle, “Ah keşke imkân olsaydı da ben de okusaydım” diye okumuşlara serzenişte bulunan okumamışlarımıza, yöneticilere, güç sahiplerine tamah eden, onlardan yardım isteyen çaresizlerimizle derinlemesine bir görüşme yapma fırsatı bulsaydınız, onların da en iyi hayatı kendilerinin sürdürdükleri fikrinde olduklarını görürdünüz.
“İyi hayat nedir?” bizim ezeli ve ebedi sorularımızdan biridir; kâh hayatın anlamını kâh iyi hayatı merak eder dururuz. Birine verdiğimiz cevabı, diğer sorunun kopyası olarak kullandığımız da çok olur. Ama şurası bir gerçek ki bir sızlanma ve feryat konumunda değilsek, kimselere hatta kendimize bile söyleyemesek de iki soruya da şöyle veya böyle bir cevabımız vardır. Askere hiç nazlanmadan, korkmadan, şehit olmayı göze alarak giden, çocuklarını da aynı şekilde övünerek gönderen birinin, hayatın anlamı sorusuna cevabında görülmese bile, ülkesi ve milletine çok büyük bir anlam verdiğini söylemeye ne hacet. Karıncayı incitmekten çekinen, diğer insanları en az kendisi ve sevdikleri kadar koruyup kollayan birinin iyi hayattan adil ve ahlaklı olmayı anladığını ille de davul zurnayla mı haykırması gerekiyor?
Uzun zamandan beri ilahiyatçılar, felsefeciler ve biz psikoloji profesyonelleri, “otantik olmak” başlığı altında, yolların sonunda iyi hayat sorununa çıktığı değişik fikirler üretmeye çalışıyoruz. “Otantik olmak” konusunda yazılanlardan, tartışmalardan çıkardığımız kendi düşüncelerimizi burada aktarmaya çalışalım.
“Otantik olmak”tan kastettiğimiz halislik, hasbilik, sahicilik. İnsanın, yeryüzünde kendisinden başka bir tane daha olmadığını, bu biricik oluşun ona kendisi olma sorumluluğu yüklediğini bilmektir hasbi, sahici olmak, halis bir hayat sürmek. Biricikliğini fark eden insanın varoluşuyla yüzleşmekten kaçınmadığı, kendi kendinin farkında olarak yaşamayı seçtiği tarza “otantik olma” diyoruz. “Otantik bir insan” dediğimizde hayatı, insan olarak biricikliğini, varolmanın ona yüklediği tüm çelişki ve çatışmaları kabul ederek, yani değiştiremeyeceği kaderine rıza göstererek, onların beraberlerinde getirdiği endişeye katlanarak, insan olma potansiyellerine en uygun biçimde, kimseyi taklit etmeden, kimseye yaranmadan, cesaret, azim ve kararlılıkla yaşamayı göze alabilen kimseleri anlatmaya çalışıyoruz. Ne zaman geleceği meçhul ama kaçınılmaz olan ölümü aklında tutan, ona hazırlanan otantik insan, fanilik bilinci sayesinde, önemsiz meşguliyetlerden uzak durmayı başarabilir. Yapılması gerekenleri uygun zamanda yapar, gereksiz ertelemelerden kurtulur; hayatına derinlik ve lezzet katar. Otantik kimse, hayatı ve dünyayı anlamış, kendisini kendi seçtiği görev ve sorumluluklara, kendi belirlediği ideallere adamış, varoluşundan razı, olgun bir insandır.[2]
Bazı özelliklerini daha öne çıkarmamız sizi yanıltmasın, dik başlı, bencil, kimseyle uzlaşmayan biri değildir otantik insan. İlişkilerine de azami ölçüde özen gösterir. Kendini, nefsini daha iyi tanıyan otantik insan, bunu asla bencillik şekline dönüştürmez, tam tersine, toplumsal sorumluluklarının daha çok farkına varır. Bilinçli tercihinin sonucunda ömrünü neye vereceğini bilen insan, hem yaşadığı anın hem hayatın karşısına çıkardığı insanların değerini bilir. Otantik ilişkilerde insanlar, birbirleriyle gerçekten bizzat o kimseler oldukları için ilgilenirler ve bu ilişkilerde, işitilmek istenene değil de gerçek olanın söylenmesine ağırlık ve prim verildiği için, ortaya çıkan güven de gerçek bir güven olur.
İçinde yaşadığımız toplum ve gelenek bizi hep onlarla birlikte, kendi varlığımızı pek fark etmeden yaşamaya zorlar, bizden kendisine uymamızı, gündelik rutin ve alışkanlıklar içinde yaşamamızı talep eder. Topluma, diğer insanlara uyarak yaşamak, elbette kendi başına kötü bir şey değildir; insan olmanın bize yüklediği bir gereklilik, bir sorumluluk, bir zorunluluktur. Ama uyumlu, iyi bir vatandaş olmak madalyonun yalnızca bir yüzüdür. Hayatın içinde yaşayıp giderken kendi varoluşumuzun iç sesine kulak vererek otantik olmayı keşfederiz. Hayata, hayatlarımıza verdiğimiz anlamlar, bu çabamızdan bağımsız değildir.
Otantik olmayan insan, sahici olamamış; kararsızlığın ve belirsizliğin hakim olduğu gündelik hayatın içinde sürekli kaygılardan kaçmaya çalışan bir yol seçmiştir. Kendisi üzerine düşünmemeye, gündeliğe, aleladeliğe, banalliğe batmış; vasatlığa, herkesliğe gömülmüştür. Kendini sıradan hayat olaylarına, günlük maişet derdine bırakmış, ırmaktaki yapraklar gibi hayatın içinde bir o yana bir yana savrulup durmaktadır. Yalnızca toplumun ve diğer insanların beklentilerini karşılamaya çalışmakta, bu dünyada ne işi olduğunu aklına bile getirmemektedir. Belki görünüşte çok meşguldür, hayatında bir dakika bile boşluk yoktur, kendisini o meşguliyetten bu meşguliyete atıp durmaktadır ama bu eylemler hep nicelikle ilgilidir, yapıp etmelerinin niteliğinde hayatla sahici olarak karşılaşmanın hiçbir emaresi bulunmaz.
Peki, kendini gündelik hayatın dağdağasına, maişet derdine bırakmak, topluma sığınmak kendinden vazgeçmek insana umduğu huzuru, rahatlığı sağlar mı? Hasbi olmayan yaşam, asla sanıldığı ve dışarıdan göründüğü gibi dingin değildir. Hep başkalarının izinden gitmenin, sürekli kendini ihmal ederek başkalarını dinlemenin sonu yoktur, eninde sonunda insan, yaşamın, dünyada oluşunun anlamını sorgulamaya başlayacaktır. Kendi iç-dünyasının sesi, bu sorularla rahatsız eder onu. Hasbi bir yaşam yolu seçmezse vicdanının çağrısını susturabilmek için hasbi olmayan yaşamın gürültülü telaşına gömülür. Vicdanının sesini dinlemekle susturmak arasında hep tereddüt halinde ve bu nedenle her zaman topluma uymakla kendisi olmak arasında bir çalkantı durumundadır. İnsanlarda güdük, tatsız tuzsuz biri hissi uyandırmalarının nedeni, büyük ihtimalle kendi iç-seslerine kulak tıkamalarından kaynaklanan samimiyetsizliktir.
Otantik, sahici olmayan insanı “hep başkasının izinden gider” şeklinde bir formülle anlatmaya çalışmamız sizi yanıltmamalı; her seferinde korkak, pısırık bir insan profili aklınıza gelmemeli. Sahici olmayan kimselerin korkak oldukları, varoluşsal endişeleriyle yüzleşmeye cesaret edemedikleri doğrudur. Lakin aynı insanlar, kişilerarası ilişkilerde aslan kesilebilir; varoluşsal anlam boşluklarını hırs, tamah, fizik ve para gücüyle doldurmak, mal mülk istiflemek ve güç gösterisinde bulunmak için ne gerekiyorsa yapabilirler. Onlarınki “olma” değil “sahip olma” cesaretidir. Bu yüzden başkalarına karşı despotluğa çok yakın olabilirler. Öyle ya, insan olarak kendine, kendi gerçek ihtiyaç ve potansiyellerine bakmayı bilmeyen bir kimse, başkalarının, diğer insan kardeşlerinin değerini nereden bilsin…
Otantik insan şeylerin biçimleriyle değil, bizatihi kendileriyle ilgilidir. Özgür ve cesurdur ama mutlak özgürlüğün imkânsızlığının farkındadır. Özgür olduğu kadar sorumludur. İnsanları incitmemeye, birlikte, dayanışma içinde hareket etmeye gayret eder ama yeri geldiğinde müdanasız olabileceğini de gösterir. Yaşamımıza anlam katmanın kendi çabamızla mümkün olacağını, hep çabalaması, mücadele etmesi gerektiğini bilir. Bu dünyada yaşamanın ona yüklediği sorumlulukları hiç yüksünmeden alır. Hayatın önüne açtığı imkânlara göre düşünmekte ve yaşamaktadır; saçmalık hissiyatına, yalnızlığa, bunaltıya vakti bile yoktur.
Yanlış anlamamak gerekir. Halislik, hasbilik, ille de mutlu mesut bir hayat demek değildir, o bir yaşama tarzıdır; hayatı acısıyla tatlısıyla, sevinçleri ve kederleriyle kabul edebilmektir.
Kendisine otantiklikten bahsettiğim bir arkadaşım, sahici, halis bir hayat süren bir insanın kimseye boyun eğmeden, hak bellediği yolda yalnız da olsa yürümesiyle ilgili sözlerimi aşırı yorumlamış olmalı ki, “Niye topluma uyumlu, herkes gibi davranan, cami cemaatiyle iyi geçinen, manevi rehberini izleyen, tamahkâr olmayan bir insanı beğenmiyorsun?” diye sordu. “Ah dostum, beni çok yanlış anlamışsın, bu anlatmaya çalıştığın insanlar arasından çıkar benim otantik dediklerim asıl” diye cevap verdim. Eğer siz de yukarıdaki sözlerimi bu arkadaşım gibi anlamışsanız, lütfen cevabımdan sonra bir kez daha okuyun. Bir insanın otantik bir kimse olup olmadığını merak ediyorsunuz, bakacağınız yer bellidir, son tahlilde hayat mı onu, o mu hayatı yönetmektedir, bunu anlamaya çalışmak gerekir. Büyük hayat karşısında bir fani olarak gücümüzün kelebeğin kanat çırpışı mesabesinde olduğunu söyledik, hâlâ da sözümüzdeyiz. Ama bazı insanlar vardır ki hayatlarının direksiyonunun onların elinde olduğunu, saygı duyulacak bir asaletle yaşadıklarını hepimiz görür, kabul ederiz. Tıpkı bazı futbolcuların gerçekten futbol oynadığını, büyük çoğunluğunun ise oyunun kurallarını yerine getirdiğini görüp bildiğimiz gibi. Yıldız futbolcular da oyunun kurallarına tâbidir, en hızlı, en atletik, en çok çalım atan onlar değildir çoğunlukla ama top ayaklarına çok yakışır. Otantik insanlar, hayatın yıldızlarıdır; yaşam sanatçılarıdır onlar, hayatı sanatçı duyarlılığıyla yaşayanlardır.
[1] Prof. Dr. Erol Göka’nın Timaş Yayınları arasından çıkan “Hayatın Anlamı Var Mı?” kitabından kısaltılarak alınmıştır.
[2] Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları kitabımızda fanilikle olan yakın ilgisi nedeniyle hasbi (otantik) yaşama üzerine de ayrı bir bölüm açtık, fanilik ve otantiklik üzerine ayrıntılı bilgi için öneririz.